De Gaulle Nihat Benim adım. Kocaman patlıcan gibi bir burnum olduğu için Kasımpaşa’da bu ismi takmışlardı bana. Fransız eski devlet başkanının ismini vermeleri de hoşuma gidiyordu. 16 yaşındaydım. Bulgar Sütçünün kahvaltı dükkanında kaymak ve bal ile sıcak süt içerek kahvaltı yapardım. Yan dükkan ise şen bahriye lokantasıydı. Dar eski bir Rum eviydi. İki katlı bina 100 yıldan fazla bir zaman önce yapılmıştı. Dükkanın su faturaları hala Lazari Kazım Apeno adına geliyordu. Rivayete göre 1955 yılında 6-7 Eylül olaylarında evin üst katından aşağı atılmıştı. Varisi olmadığı için bina vakıflara kalmıştı. Vakıflarda binayı çok cüzi bir kiraya Kurucu Ali diye bildiğimiz esnafa kiralamıştı. O vefat edince damadına kalan binayı “Şen Bahriye” lokantası ismiyle damat uzun yıllar işletmiş 1986 yılında da bize devretmişti. Bina gerçekten çok kötü durumdaydı. Binayı aldığımızda 4 duvar kalacak şekilde binayı yıkıp yeniden yaptık. Cadde seviyesinden çok aşağıda kalmış olan binayı hemzemin yaptık. Bir konfeksiyon dükkanına çevirdik. Kemerli pencereleri ve çatısı orijinal haldeydi. Babam vefat edince biz de dükkanı devrettik. Kardeşimle çatı katında devredeceğimiz malları sayarken babamın yıllardır kullanmadığı çelik kasayı hatıra olarak almak istedik. Belki 40 yıldır orda duran kasayı itince arkasında mermer süpürgelik de yerinden oynadı ve çıktı. Yerine itmeye uğraşırken metal ince bir kutu hissettim. Loş ışıkta elimi uzatıp dokunarak kutuyu dışarı çektim. İçinde Eski Türkçe ve Yunanca notlar vardı. Bir de eski bir anahtar. Anahtar pirinçten yapılmış ve ağırdı. Kardeşim Mehmet hem Osmanlıca hem de Arapça biliyordu. Kağıtları ona verdim. Ben de Yunanca yazan kağıtları aldım ben de Yunanca biliyordum. Sanki bir gömü bulmuş gibi heyecanlıydık. Başka yerlere daha baktık ama bir şey göremedik.
Bu anahtar nerenin anahtarıydı acaba? Hiç bir fikrimiz yoktu. Bir an evvel eve dönüp kağıtlarda yazanları okumak istiyordum. Kutuyu siyah sırt çantama koyup kucağıma aldım. Aracı kardeşim kullanıyordu. Neler yazabileceğinden bahsediyorduk. İstanbul’un akşam trafiğinde birinci köprüden Anadolu yakasına geçmeye çalışıyorduk. Trafikten kurtulup evimizin olduğu Doğancılara geldiğimizde tam ara sokaktan girip evin sokağına girecekken birden 80km hızla bir BMW çıkıp bize soldan çarptı. Bizim araç soldan darbe aldığı içi sağa döndü. Ben sağ ön koltuk emniyet kemeri sayesinde bir yere çarpmadan kurtuldum. Kardeşim de aynı şekilde emniyet kemeri ile sağlam kaldı. Diğer arabadan iki adam çıkıp bize doğru bağırarak gelmeye başladılar. Söylediklerini anlamıyordum. Ağır bir balkan ağzı vardı. Bizde çıkıp konuşmaya ve derdimizi anlatmaya başladık. Adamlar sürekli bizi suçluyor ve polis çağırmak istiyordu. Ben sigortanın halledeceğini resim çekmemizin yeterli olduğunu ve kasko ile ödemenin yapılacağını söylerken birden benim koltuğa gözüm ilişti. Koltukta bıraktığım siyah sırt çantam yoktu. Arabaya koşup her yere baktım. Mehmet birden bağırmaya başladı. “Abii, adam kaçıyor” Kararmaya başlayan sokakta bir karaltının yokuş aşağı Üsküdar meydanına doğru koştuğunu gördüm. Peşinden ben de koşturdum fakat adam ara sokaklarda kayboldu. Nefes nefese kalıp soluklanmak için Çinili Camiinin bahçesine girdim. Bahçedeki şadırvanın taburesine oturup nefesimin sakinleşmesini bekledim. Namaz kılmak için abdest alan bir amca beni izliyordu “Ne oldu oğlum , bir şey mi oldu?” diye sorup gülümsedi. Beyaz gri sakallı, nur yüzlü bir adamdı. Ceketini sırtına atmış, çoraplarını ceket cebine koymuş, ayaklarını yıkıyordu. Başında beyaz bir takke vardı. Durumu anlatıp, çaresizce gözlerine baktım. Bana doğru bakıp “Bir adam koşarak bahçe kapısın önünde geçip karşıdaki çocuk kütüphanesine girdi” Amcanın elini iç güdüsel olarak öpüp alnıma koydum. Sonra tam sürat sokağın karşı tarafında bulunan 500 yıllık kütüphanenin bahçesine girdim. Bahçenin tahta kapısı birden arkamdan kapandı. Dışarı çıkmak için uğraştım. Kapı kapalıydı. İçeri doğru koşup kütüphanenin kapısını zorladım. o da kapalıydı. Bahçede kilitli kalmıştım.