Eski Ankara fotoğrafları hakkında bir sosyal medya platformunda yaptığım paylaşımlar bana uzun yıllar öncesi geçirdiğim Ankara günlerini hatırlattı. Kendimi tanıtayım. İsmim Kemal Mehmet. Yaşım 48. Yeşil gözlü ve uzun yüzlü biriyim. Saçlarım kısa ve kumral. Kaşlarım aynı bir halı gibi sık ve gür. Dişlerim çıkık. 1 metre 78 santim boyunda ve 93 kiloyum. Paylaştığım 1930’lu yıllardan kalma siyah beyaz bir Hıdırlık Tepe fotoğrafı beni çok eskilere götürdü.
1992 yılının serin bir nisan sabahı kargaların henüz kahvaltı yapmadığı bir vakitte İstanbul Kadıköy’de bulunan evimizden özel otomobilimiz ile Ankara’ya doğru yola çıktık. O zaman 20 yaşında bir genç olarak hala ailesi ile ev gezmelerine giden biriydim. Bu durum en zoruma giden şeylerden biriydi. Benim için Ankara, Adana’ya giden bir yolcu otobüsü ile içinden geçilen kömür dumanına boğulmuş bir şehirdi. Genelde gece binilen Gaziantep, Adana otobüsleri sabahın erken saatlerinde Ankara’ya uğrardı. Şehre Dış Kapıdan girilerek gecekondulara selam verilir sonra kent merkezinde bulunan Kore Anıtı önünden geçilip A.Ş.O.T denilen o zaman göre çok modern otogarda durulurdu. Tuvalet ihtiyacı giderilir ve yola devam edilirdi. Otomobil ile geçtiğimiz yerlere bakarken içimdeki duygularla boğuşuyordu. Evet! ailemle birlikte gezmek istemiyordum. Başkentimizi tek başıma gezmek ve bu kadim şehrin bilinmedik yerlerinde maceralar yaşamak istiyordum. Eski sokaklarında kaybolup sonra tekrar yolumu bulduğumu düşünmek bana heyecan veriyordu. Ankara’ya Annemin dayısı Kutlu Amca ve ailesini görmeye gidiyorduk. Tabii ki bir de Annemin Teyzesi “Sevim Teyze” Öğlene doğru Ankara’ya ulaştığımızda hava çok güzeldi. Cep telefonları yeni çıkmasına rağmen babamda bir tane vardı. Hemen O şekilde haberleşip Yenimahalle’de Suadiye caddesinde buluştuk. Oraya çok yakın olan Türk Traktör Sitesindeki evlerine gittik. Ben, Annem ve Babam. Kutlu Amca tam bir Edirneliydi. Neşeli, Esprili ve kendine has konuşması ile bana çok iyi davranıyordu. Türk Traktör fabrikasında ustabaşıydı. Oturduğu ev bir işçi evi olmasına rağmen çok hoşuma gitmişti. O zamana göre yüksek katlı bir site olmasına rağmen ev dubleksti. Üst katta bana bir oda verdiler.
Odamın penceresindeki tülü sıyırdığımda tüm Ankara gözlerimin önündeydi. 19 Mayıs Stadı, Atatürk Kültür Merkezi, Hipodrom bu binaların hepsini tepeden seyredebiliyordum. Hele akşam olduğunda tüm şehir ışıldayarak bana göz kırpıyordu. Akşam olunca kendi odamda yalnız başına iken elimdeki kitabı okurken odamın kapısı çalındı. Kutlu amca koltuk altına sakladığı tombul efes şişeni bana verdi. İşaret parmağını dudaklarına götürüp fısıldayarak “ Al bakem, soğuk buz gibi. Karıncığın bayram yapsın be!” Küçük bir kase içinde ise fındık fıstık vardı. Gülümseyerek aldığım nevaleyi odada bulunan küçük bir sehpanın üstüne koydum. Heyecanlı bir şekilde Kutlu Amcaya yaklaşıp sabırsızlıkla sordum. “Amca, Ankarayı tek başıma gezmek istiyorum ben. Annemler ise müsaade etmiyor. Koca adam oldum. Bu yaşta evleniyor insanlar. Bak şu senin damat var ya Ahmet. Benden bir yaş büyük sadece. Çocuğu var.” Kutlu amca gülümsedi ve birayı işaret edip “ Çek bir fırt sohbet güzelleşsin dedi” Dediği gibi yapıp biradan bir fırt aldım. Kutlu Amca devam etti. “Yarın seni benim fabrikaya götüreceğim. Orada yeni yaptığımız bir traktör modeli var. Ona bir bakarsın. Sonra Ahmet gelecek oraya. Onunla nereye isterseniz gidersiniz. Hem Annenin içi rahat eder. Sende istediğin gibi gezersin.
Sabah erken saatte kalkıp Kutlu Amcanın fabrikasına gittik. Fabrikada üretim yapılan bölümde yeni üretilecek olan Traktör modelini görmek için farklı bir bölüme geçtik. Prototip orada duruyordu. Bildiğimiz dört tekerlikli kırmızı renkte bir traktör. Siyah büyük arka tekerlekleri ve küçük ön tekerlekleri vardı. Kutlu Amcaya bakıp gözlerimle “Binebilir miyim?” diye bir soru sordum. O da evet der gibi onayladı. Gidip traktörün üzerine oturdum. Üzerine göz gezdirirken kontak anahtarını görüp çalıştırmak içimden geldi. İçimden bir dilek tuttum. Anahtarı çalıştırınca birden bire kendimi M.S 540 yılında buldum. Ankara Kalesi içindeydim. Traktör ortadan kaybolmuştu. Cebeci bir çayırdan ibaret idi. Ulus bölgesi ve şimdi Cumhuriyet caddesinin olduğu bölge ise bir bataklık. Hatip Çayı ve Ankara çayı usulca akıyordu. Kalenin eteklerinde hiç bir yerleşim yoktu ama ovada Romalıların yaptığı Roma Hamamı ve Jülian Sütunu gözüküyordu. Ayrıca milattan önce yapılmış bulunan bir Frig tapınağı olan Augustus Tapınağı ise kiliseye çevrilmişti. Anadolu Doğu Roma İmparatorluğunun elindeydi. Kale içinde bir evde Arapların ünlü bir şairi ile tanıştım. İsmi İmrül Kays. Hasta ve yorgundu. Hıdırlık tepede bulunan bir yere gömülmek istediğini söyledi. İmparator Jüstinyenin verdiği mor renkli hırkayı giydiğinden beri kendisini kötü hissettiğini ve gün geçtikçe derisinde yaralar açıldığını söyledi. Benimle Arapça konuşuyordu ve onu anlıyordum. İslam dini daha ortada yoktu. Araplar pagan inanışlara sahipti ve Ankara’da Arap şairlerin en ünlüsü ile tanışmak benim için bir şerefti. Birden canım Ankara Tava çekti. O zamanlar arpa şehriye yoktu. O yüzden günümüze dönmek istedim. Kale içinde dolaşmaya başladım. Beni getiren traktörü bulup üstüne oturdum ve anahtarı çevirdim. Birden bire kendimi 1923 yılının mart ayının yirmi dokuzuncu gününde buldum. Birinci Meclisin önünde büyük bir kalabalık vardı. Cumhuriyet daha ilan edilmemişti. Kızıl Bey cami ve külliyesi yıkılmamıştı. Kalabalığın arasına karışmadan önce traktörü uygun bir yere sakladım. Şehir toz toprak içindeydi. Meclis önünde bir tabut vardı. Çevrede bulunanlara sorup soruşturunca cenazenin Ali Şükrü Bey adında bir milletvekilline ait olduğunu anladım. Meclis içindeki muhalefet grubunun lideriydi. Ankara çevresinde içki yasağı ilan edilmesinin öncülerinden biriydi. Cenazesi Mühle köyü civarında toprağa gömülü şekilde bulunmuştu. Ali Şükrü Bey’in katili Topal Osman iki gün sonra bulunup öldürüldü. Başı kesildi. Sonra gömüldü. Fakat sonra cenazesi topraktan alınıp meclisin önüne kurulan darağacına asılıp halka teşhir edildi. Hayat devam ediyordu. Kimseye bir şey söylemedim. Çünkü o zaman ki şartlara göre belki hiç Cumhuriyet ilan edilmeye bilirdi. Geleceği değiştirmek istemedim.
Üstüm başım o zamanın kıyafetlerinden oluşuyordu. Başımda kalıpsız bir fes vardı. Üstümde bir kuşak ve bir şalvar vardı. Karnım çok acıkmıştı. Ankara yangını altı sene önce olmuştu. Hisarönü mahallesindeki bir çok ev yanmıştı. Ulus’tan kaleye doğru tırmandım. Bir sokakta bayağı kalabalık vardı. Sanki bir cenaze kalabalığı gibiydi. Konuşmalardan duyduğum kadarıyla birisi sizlere ömürdü. Mahallenin sayılı büyüklerinden biri olmalıydı. Eski bir evin kapısı açıktı. Kapıyı tıklatıp bekledim. İçeriden çatal kaşık sesleri geliyordu. İçeri girip avluda insanların yer sofrasında yemek yediklerini gördüm. Eğilip yerden selam verdim. Bakır kalaylı büyük bir sini vardı. İçerisinde çeşitli yemekler. Beni buyur ettiler. Yüzümden aç olduğumu anladılar sanırım. Sofra çok kalabalıktı. Anladığım kadarı ile her eve cenaze için yemek dağıtılmıştı. Yere bağdaş kurup oturdum. Sofra bezini üstüme çektim. Yabancı olduğum belliydi. Yaşlı bir nine yemeklerin ismini söyleyip bulduğu bir sahana yemeklerden koydu. Koyduğu yemeklerin ismini söyleyip açıklama yaptı. “ Bak bu Efelek sarması, içinde kıyma ve pirinç var. Bazı yerlerde labada derler. Bu Ankara Tava, mis gibi kuzu etinden yapılma, bak bu Öllüğün Körü biz yoğurtla yeriz. İnceğiz çorbasından içtin mi? Çok lezzetlidir. Tatlı olarak ise Kaşık Atması var. Hepsini afiyetle ye. Doymaz isen bir daha iste.” Yaşlı kadın sofraya tekrar bakıp gözlerimin içine bakarak konuştu ve gülümsedi. “Unuttum, bak burada Altüst böreği ve Çıkınağıl Asıdası var. Afiyet olsun” Hemen yemeklere giriştim. Karnım o kadar acıkmıştı ki 1923 yılında olmak beni hiç üzmemişti. Yemekleri yeyip kahvemi içtim. Sonra Ankara Kalesinin en tepesinden Ankarayı seyrettim. Kızıl bey Cami ve türbesini gördüm. Sonra çok üzüldüm. Bu güzel eser yıkılıp yerine Ziraat Bankası yapılmıştı. Kalenin en tepesinden hatip çayı ve üzerindeki köprüler gözüküyordu. Ne kadar güzel bir manzara vardı. Tekrar aşağı inip birinci meclis yakınlarında bıraktığım traktörü aradım. Daha Ankara Eski İstasyon binası yıkılmamıştı. Yapıldığı 19.yy sonlarının mimarisi ile yapıldığı için çok güzeldi. Ankara İstasyonu Abidin Paşa zamanı inşa edilmişti. Demir yolu sayesinde Ankara daha gelişmiş muasır bir şehir halini almıştı. O yılların en değerli konaklama tesisi Taşhanı gördüm. Telgrafhane ise bayağı hareketliydi. Zamanın haberleşme merkeziydi. Traktörümü bıraktığım yeri bulup üzerine bindim. Bir an evvel 1992 yılına dönüp özel kanalları izlemek istiyordum. Devlet televizyonundan sıkılmıştım. Traktörün marşına bastığım zaman beni Kavaklıdere’deki TRT binasının yanında indirdi. Büyük Ankara Oteli bütün haşmeti ile yükseliyordu. Birden biri beni dürttü. Gözlerimi açtım. Karşında Kutlu Amca duruyordu. Anladım ki birayı fazla kaçırıp uykuya dalmışım. Gördüğüm bir rüyaymış. Hay Allah!