Tütün kokusu ile rakı kokusunun karıştığı küçük oda gereğinden fazla ısınmıştı. Evin küçük penceresinin soğuktan camları buharlaşmıştı. Buğulanmış camlardan Marmara Denizi gözükmez olmuştu. Zeytinburnu açıklarına demirlemiş kum kosterlerini görmek için üzerimdeki orlon kazağımı cama sürdüm. Turuncu renkli kazağımın içine giren soğuk ve nemi tüm bedenimde hissettim. İçeride o kadar çok sigara dumanı vardı ki gözlerim yaşarmıştı. 8 yaşındaydım. Çok küçük yaşlarımda hayalini kurmaya başladığım deniz ve gemilerin içinde kendimi düşünmek beni çok mutlu ediyordu. Ev beş katlı ve altmış daireli bir sosyal meskenin çatı katındaydı. Duvarlar maviye boyalıydı. İçeriyi ısıtan kovalı döküm soba gürül gürül yanıyordu. Acaba büyünce kendimi nasıl hissedecektim? Sakallarım ve bıyıklarım olacaktı. İstediğim kızla birlikte kendi evimde kalabilecektim. İstediğim zaman eve gidecektim. Kendi işim olacaktı. Kimseye hesap vermek zorunda kalmayacaktım. Büyümek güzeldi be. Yıkanmak istemediğim zaman yıkanmazdım. Babamın beni zorla dükkana götürmesi mesela en nefret ettiğim şeylerden biriydi.

Ev iki odalı ve kırk beş metre kareden biraz küçüktü. Mutfak denilen yere bir tezgah ve raftan başka bir şey sığmıyordu. Evin içindeki rakı kokusuna tuvalet kokusu karışıyordu. İsmim Ögeday. Soyadımız ise bayağı uzun. Öztürkkanoğullarından. Ben doğduğumda dedem emekli olduğu için ne iş yaptığını annemden öğrendim. Ekipler amiri. Ne ekibi bu? Ne yapar? Sorularımın cevabını bir tesadüf vasıtasıyla öğrendim. Dedem tuvalette uzun süre kaldığı bir akşam merakımı yenme karar verdim. Hiç zaman kaybetmeden hemen yatak odasına geçip üstünde anahtar olan sandığı açtım. Dün sabah uykum kaçtığı için dedem sabahın erken saatinde olta ile balık avlamaya Galata köprüsüne gidince ananemin yatağına gelip girmiştim. Anneannem biraz sonra yataktan kalkıp namaz kılmış sonra sandığın anahtarını koynundan çıkarıp sandığı açıp bir kutu çıkardı. Kutunun kapağını açıp çeşitli fotoğraflar çıkarıp baktı. Fotoğraflardan bir kaçında dedem vardı. Üstünde Osmanlı subayı üniforması vardı. Başında Kafkas kalpağı ile birinci dünya savaşındaki Osmanlı subaylarının giydiği üniformanın aynısıydı. Ananem demek bu yüzden bu fotoğraflara gizli gizli bakıyordu. Neden peki bizden dedemin bir subay olduğunu gizlediler?

Tek gözüm kapalı uyuma numarası yaparak ananem dikizlerken birden kafamın üzerinde sıcak tüylü bir şeyin varlığını hissettim. Küçük ayaklarının kafa derimin üzerinde dolaştığını hatta ayak tırnaklarının kafa derime değdiğini bile hissettim. Tam çığlığı basacakken kulağımdaki fısıltı çığlığımı tutmamı sağladı. “ Sakın bağırma! Ben senin dostunum.” Ellerimi ağzıma götürüp kapadım. Fısıltı ile konuşmaya devam etti “Adım Yumoş. Küçük bir kobayım. Daha önceki hayatımda bir insandım. Bir subaydım. Çocuklarım vardı. Venezuela vatandaşıydım. Sana anlatacağım çok şey var. Lütfen bana yardım et ve beni koru.” Bu sözleri söyleyip saçlarımdan inip yüzüme minik ayakları ile basıp ağzımın üzerinden geçip koynuma girdi. Sonra hemen dönüp kafasını fanilamın yakasından çıkarıp bana bakıp sırıttı. O sırada Ananem çığlığı bastı. Uyuma numarasını bırakıp birden yataktan fırladım. Ananem sandıktan çıkarmış üzeri altın işlemeli cepkenine bakıyordu. Cepkenin kolları ve yaka kısmı kemirilmişti. Yatağın içinde doğrulmuş bana bakıp “ Kuzum uyu sen bir şey yok hemen odadan çıkıyorum” diyerek kemirilmiş cepkeni alıp odadan çıktı. Çıkarken de kapıyı kapatmayı unutmadı. Derin bir nefes alıp gözlerimi koynuma sığınmış olan Yumoş isimli tüy yumağına çevirdim. Upuzun tüyleri vardı. Ön dişleri çıkıktı. İki düşü önden fırlamıştı. Aynı benim dişlerime benziyordu. Tüyleri kahverengi, beyaz ve siyah renklerinden oluşuyordu. İki avucumun içini dolduracak büyüklükteydi. Minik pembe ayakları sıcacıktı. Küçük komik kulakları yuvarlak bir yüzü vardı. Tüyleri çok uzamıştı. Aynı zamanda fena kokuyordu. En kısa zamanda onu yıkamaya ve tüylerini tıraş etmeye karar verdim. Tüm ciddiyetimi toplayıp sordum. “ Yumoş, sen nasıl oluyor da konuşuyorsun? Hayvanlar konuşmaz diye biliyordum. Hem Venezuela çok uzakta bir ülke değil mi? Pardon karıştırdım sen insan iken Venezuelalıydın. Şimdi nerelisin? Çok merak ettim. Hem bu evde ne işin var? “ Yumuş ön ayaklarını ağzına götürüp kemirmeye başladı.Sonra konuştu. “ Öncelikle Ananenin cepkenini kemirdiğim için üzgünüm. Kendimi tutamıyorum. Ara sıra bir şeyler kemirmek gerekiyor.

Bir kobay olarak benim Ana vatanım Venezuela. O bölgeye ait bir türüz biz. Konuşma yeteneği ise bana yeni hayatım verilerken verildi. Yani insan özelliğim devam etti. Konuşup düşünebiliyorum. Tekrar yaşam verildiğinde geçen hayatımda yaptığım kötülükleri tamir etmem istendi. Yeni yaşamımda sevgi dolu çocukların yetişmesini sağlıyorum. Onların doğru bilgilerle ve kimseden nefret etmeden büyümesine katkıda bulunuyorum.” Tekrar ellerini ağzına sokup devam etti. “ Bu eve geldim çünkü dedenle geçen hayatımda arkadaştık. Osmanlı ordusunda subaydık ikimizde. O yüzbaşıydı ben Binbaşı. Birlikte bir kaç cephede tesadüf eseri çarpıştık. Düşmanımız Ruslar ve İngilizlerdi. Kanal harekatında İngilizlere karşı çarpıştık. Doğu Cephesinde ise Ermenilerin Van direnişini kırmak için birlikte savaştık.” Gözümün içine bakıp bir nefes çekti. Tam başlayacakken sözünü kestim. Heyecanla konuştum. “ Peki insan iken ismin neydi? Venezuela’dan nasıl oldu da Türkiye’ye geldin? Dedemle nasıl tanıştın? “ Yumoş koynumdan çıkıp yastığımın üstüne geldi ve konuşmaya devam etti. “İnsan iken adım Rafael Nogales Ruiz. “ Nogales “ İspanyolca Ceviz demek. Komik bir soyadı değil mi? 17 yaşıma geldiğinde bir gemiye atlayıp eğitim almaya Güney Amerika’dan İspanya’ya gittim. Sonra Belçika Kraliyet Akademisine girdim. Oradan mezun oldum. Birinci Dünya Savaşı başladığında Alman Ordusunda paralı asker olarak savaşmaya başladım. Almanlar Birinci Dünya savaşında Osmanlı Devleti ile ittifak kurunca Osmanlı için savaşmaya başladım.” Sözünü kesip biraz durdu. Sonra iç çekerek devam etti. “ Savaş çok kötü bir şey. Savaşlar suçsuz insanların hayatlarını kaybetmesine yol açıyor. Savaşlar sayesinden silah satan bir çok insan zengin oluyor. Bu silahların satılması için bu savaşlar çıkarılıyor. İnsanlar hiç tanımadığı insanlara düşman ediliyorlar. Milli eğitim sayesinde insanlar nefret etmeyi öğreniyor. Küçük çocukların aklına ırklar ve milletler kötü olarak kazılıyor. Bu çok büyük bir felakete yol açıyor. Küçük bir çocuk olarak önce kendini sev. Kötü millet veya dost millet diye bir şey yok. İyi insan veya kötü insan vardır. Bunu unutma.” Nasihat etmeye başlayınca sıkıldım ve sordum. “Sonra ne oldu? Savaş nasıl bitti? Nasıl ülkene döndün?”

“Van şehri o zamanlar Rus sınırındaydı. Şehir Rusların eline geçti ve şehri geri aldık. O sırada binlerce sivil hayatını kaybettik. Şehri Osmanlı ordusu geri alırken taş taş üstünde kalmadı. Şehirden geriye sadece Hüsrev Paşa cami ayakta kaldı. Şehir eski yazlık bölgesi olan alanda yeniden kuruldu. Asker olduğum için bir çok kez kendimden nefret ettim. Maceraperest ruhum yüzünden Dünyayı dolaşmıştım. İnsanlar ölmeden bunu yapabilirdim. Dedende aynı benim gibi savaş sonrası üniformalarımızı çıkarıp bir daha giymemek için yemin ettik. Sonra ülkeme döndüm. Dedenle mektuplaşmaya devam ettik. Ben çok genç yaşta Panama şehrinde Zatürreden hayatımı kaybettim. Deden ise hala hayatta. Beni bir kobay olarak görürse tabii ki şaşırır. Durup ona baktım ve heyecanla sordum “ Peki nasıl oldu Kobay olarak Türkiye’ye döndün?” Camdan dışarı bakıp konuşmasına devam etti. “Bir kobay bebek olarak dünyaya gözlerimi açtığımda bir veterinerin yanındaydım. Sonra anladım ki Türkiye’de doğmuştum. Bunu ben seçmedim. Seçtiğim tek şey tekrar ruhuma hayat verilirse iyilik yapmaktı. Çünkü insanlar bu dünyaya katil olarak gelmiyorlar. Herkes temiz masum bebekler olarak doğuyorlar. İşte bu bebeklerin hayat tarafından bir katil olmaması için elimden geleni yapıyorum. Tesadüf eseri bu sosyal meskene geldim. Sizin 3.katta oturan bir çocuk beni veteriner dükkanından satın aldı. Ama bana çok kötü davranıyordu. Tüylerimi çekiştiriyordu. Beni sıkıyordu. Tokatlıyordu. Bende canımı kurtarmak için önce evden kaçtım. Sonra 4.katta bulunan boş bir evin kırık penceresinden içeri girip orada kaldım. Fakat hava çok soğuk olduğu için sıcak bir yer ararken bu eve geldim. Dedeni gördüğümde zaten tanımadım. Ama ne zaman sandığın içine girip o eski fotoğrafları gördüm. O zaman Deden Muzafferi tanıyabildim. Senin gibi küçük bir çocuğun bu ev içinde olduğunu görmek de çok hoşuma gitti. Senden ricam. Hayatın boyunca ne verirsen onu alırsın. Hayata sevgi vermeye geldiğini hiç bir zaman unutma! İçindeki zararlı duygular olan öfke, korku, intikam duygularına pek itibar etme. Amacın önce kendine faydalı olmak olsun. Sonra tüm insanlığa.
Sevgiyle Kal!

Ceviz Sepeti

Yazı dolaşımı


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir