Dedemden kalan “Birinci” marka sigaraları artık çok özenli tüketmeye başlamıştım. Çünkü ilk dal sigara ile dedem bana gelip konuşmuştu. Ailemde bulunan en büyük sıkıntı buydu: İletişim eksikliği. Çünkü kimse kimseyi gerçekten dinlemiyordu. Aksine herkes birbirini yargılıyor ve suçluyordu. Bu, iletişimi koparan en büyük sorundu.
Sene 1997 ve yaşım 25. Damarlarımda kanın en deli aktığı zamanlar.
O zamanlar emek ve sevginin insanları şekillendirdiğini tam bilmiyordum. Benden 5 yaş küçük kardeşimin okuduğu lisede bir sınıf arkadaşı vardı. Masmavi gözleri ve kumral saçları ile herkesin dikkatini çekiyordu. Hafif uzun boylu, saçları önden uzun arkadan kısaydı. Travolta’nın gençlik yılları gibiydi. Türkçesi akıcı ama aksanlıydı. Kardeşimle sıkça görüşüyorlardı. Akşamları birbirimizin evine gidiyorduk. Evde Amiga bilgisayarımızda oyunlar oynuyorduk. Annesi Barcelonalı bir Katalan, Babası ise Türk asıllı Halepli bir Arap’tı. Evlerinde tam 4 dil konuşuluyordu. Katalanca, İspanyolca, Arapça ve Türkçe. Kardeşim Orkun ile bu kültür denizinin içinde iki kayık gibi yüzüyorduk. Evlerimiz Kadıköy’deydi. Onların evi Yoğurtçu Parkı’nın yanında Eski Kuşdili karakolunun arkasındaki bir sokaktaydı. 4 dilin konuşulduğu evde 4 kardeş anneleri ile birlikte yaşıyorlardı. Babaları sürekli yurtdışında iş gezisinde oluyor ve eve bazı zamanlar gelip kalıyordu.
O zamanlar internet yoktu, cep telefonları yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. O yüzden yurtdışı ile bu kadar kolay bağlantı kurulamıyordu. Onların sayesinde ve evlerindeki kitaplarla hem Doğu hem de Batı kültürünün meyvelerini tatma fırsatını buluyorduk. 3 erkek kardeşin isimleri Mustafa ile başlıyordu. Mustafa Sadi, Mustafa Saim, Mustafa Seyid ve kız kardeşleri Semra. Annelerinin ismi Rosanna’ydı.
Evde bulunan iki hayvandan biri Çin tavşanı “Tita” ve siyah kedileri “Negra” adındaydı. Akşamları en büyük kardeş Sadi ile yeni açılmakta olan Kadife Sokak’taki barlara takılıyorduk. Sadi’nin küçük “Topolino” otomobili ile şehrin dört bir yanını dolaşabiliyorduk.
Evlerinin yakınında bulunan Fenerbahçe Stadı henüz yıkılmamış olduğundan yanındaki o zamanki adıyla Kenan Evren Lisesi’nin en üst katlarından hafta içi yapılan kupa maçlarını seyredebiliyorduk. Stat kapasitesi çok düşüktü ve tribünlerde tahtadan yapılmış sıralar mevcuttu. Stat o zaman sarı lacivert renklere boyalıydı.
Ailemde baba tarafında doğan ikinci torundum. Babaannemin ikinci torunu yani. İlk torunu bir kızdı. Büyük halamın kızı Emine. İkinci torun ise bendeniz. Baba tarafımda renkli gözlü doğan ikinci kişi bendim. O yüzden aşırı ilgi gösteriyorlardı. Ailede en küçük halam hariç hepsi kahverengi gözlü olunca rağbet görüyordum. Şımartılmak güzel bir duygu ama asıl sevgi sürekli ilgi görmek ve dinlenilmek. Yaptığın şeylere alaka gösterilmesi ve bunların beğenilmesi.
Mustafa Sadi ile birlikte dışarı çıktığımız bir akşam Madrid adında sahibesi bir İspanyol kadın olan bir bara gittik. Beyoğlu’nun ara sokakları 1990’lı yıllarda hâlâ pavyon doluydu. Bazıları bar ve restoran olmuştu ama pavyonlar hâlâ çoğunluktaydı. İşte o zamanın İmam Adnan Sokağı’nda sokağın sonlarına doğru Leman Kültür merkezinin biraz yukarısında bir binanın ikinci katında bu bar vardı. Oraya gelen kozmopolit insanlar epey dikkatimi çekerdi.
Zamanla her şey değişti ve değişmeye devam eder. Bizler gibi sizler gibi. Yine çok efkârlı ve içkili olduğum bir akşam bu sefer Mustafa Sadi ile benim Birinci paketinden iki dal çektik. Birini o yaktı. Uzun kumral favorileri vardı ve yeşil gözleri çakmak çakmaktı. O zamanın en manyak müziklerinden birini yapan Prodigy grubunu dinliyordu. “Breath” şarkısını çalmaya başladık. Dumanlarını üfürdüğümüz anda yine dedem dumanların içinden çıkageldi. Bastonuyla Mustafa Sadi’ye dokundu. Konuşmaya başladı: “Dinle beni! Hayatta en büyük kötülük bencilliktir. Kendini değil başkalarını düşünmek en büyük mükafatın! Huysuzluk ise en büyük engelin. Elindekine şükretmek en büyük kazancın,“ diyerek kayboldu. Birinci’ye tekrar gömüldük. Kendi dünyamıza daldık yine. Bu lafların anlamını acaba hangi yaşımızda anlayacaktık?
ozankemalcullu.com
Bilgiye giden yol