Uzun bir uykudan sonra tekrar gözlerini açtı. Bulunduğu odanın kasveti huzursuz vicdanını daha fazla sıkıyor ve küçük odanın duvarlarının sanki daha da daraldığını hissediyordu. Duvarlar uzun şeritler içine yerleştirilmiş bej ve kahverengi çiçeklerden oluşan duvar kâğıdı ile kaplıydı. Odanın 3 metre eni ve 7 metre uzunluğunda ve 2 metre 40 santim olan hacmi şu an en büyük sıkıntılarından biriydi. Evde kavrulmuş soğan kokusu ile sürekli altına yaptığı için idrar kokusu birbirine karışıyordu. Odanın penceresi 1 metreye 1 metre ve üstünde panjur vardı. Yarı açık duran panjur bu karanlığa daha fazla bir katkıda bulunuyordu. Tuvaletini yaptığı için üstünün değişmesi lazımdı. 98 yaşında altının bezlenmesi ve kimsenin onun sözünü dinlememesi gözlerindeki yaşın akmasına sebep oluyordu. Bağırmaya yeltendi ama küçük kızına sesini duyuramadı. Kendine felç geleli 3 hafta olmuştu ve 3 haftadır bu evde bakıyorlardı kendisine.
En kötüsü de bu haldeyken vicdanın sürekli gelip kapıyı vurup bak şunları yaptın hatırlıyor musun? Diye kendisini rahatsız etmesiydi. Son üç haftadır hayatın vücudundan yavaşça çıkıp gittiğini ve gücünün tükendiğini hissediyordu. Diğer yaşama geçiş çok yakındı ve bundan korkmuyordu. Sadece yaptıklarının ve kararlarının verdiği boğucu baskıyı içinde hissediyor ve bunun yok olmasını hissediyordu. Hiçbir zaman tam olarak Allaha inanmamıştı ama Müslüman bir aileden geliyordu. İbadetler ona hep uzaktı ve hiç yapmamıştı. Ramazanda oruç tutmak ve kurban kesmek dışında diğer ibadetler ona göre değildi. Bu anın geleceğini bildiği için sürekli not tutmuş ve bu notları karısından bile saklamıştı.
Şimdi bu notların emin ellere teslim olması gerekiyor ve bu notların herkese anlatılmasıyla üzerindeki vicdan yükünün kalkacağını düşünüyordu. Bir nevi yaptıklarından pişman olduğunu herkese açıklamak istiyordu. Gerçekleri bilmeyen bir nesli uyandırıp onların aldıkları zehirden arınmalarını sağlayarak vicdanını bir an olsun rahatlatabilirdi. Yattığı yatak bir ranzaydı En küçük kızı Neslihan’ın oğlu ile küçük kızının odasıydı burası. Alt kısımda minik Yaren ve üstte ondan 11 yaş büyük abisi Serhan. Koyu ceviz ağacından yapılmış sağlam ranzayı kendisinin marangoz olduğu zamanda yapıp kızına verdiğini hatırladı. Acaba yapmadığı meslek kalmış mıydı? Teşkilatta girmek için yarım bıraktığı orta tahsilini teşkilattan çıktıktan sonra tamamlamamış ve Berberlik, Marangozluk, Sıhhi Tesisatçılık, Trikoculuk, Terzilik ve en son bir tanıdığı vasıtasıyla girdiği İstanbul Belediyesi Temizlik işleri bölümünde çöp kamyonlarının ekipler amirliği.
1887 doğumluydu ve II.Abdülhamid’in iktidar yıllarıydı. Her şeyin hızla değiştiği ve imparatorluğun kimilerine göre direndiği kimilerine göre iç düşmanlarla çözüldüğü yıllardı. Ülkede bir fetret devri dönemi daha yaşanıyordu. Güçlü devletler kendilerinden daha güçsüz devletleri masa üzerinde bölüşüyor ve bu bölüşme için gerekli olan toplumsal kargaşayı bu ülkelerin içinde kurdukları çeşitli fikir cemiyetleri ile sağlıyordu. Bu cemiyetler genç neslin ilgisini çekiyor ve genelde sorunları olan birçok genç bu cemiyetlerde sorumluluklar alarak enerjilerini çeşitli siyasi meselelerle ilgilenerek harcıyorlar ve bu tip çıkar odaklarının oyuncağı oluyorlardı. Birden hüzünlendi. Kendiside bu oyunun oyuncağı olmuştu. Yıllardır biliyordu bunu ama bir türlü kendine ifade edemiyordu.
Galatasaray Orta Mektebinden terk olarak çıktığı ve Mektebi Sultanin bahçesinden yaptığı son yürüyüşü hatırladı. Nasılda Milli hislerle girmişti teşkilata! Amacı vatanın iç ve dış düşmanlarla savaşırken sorumluluk alıp vatanı kurtarmak! Ne heyecanlı ve süratli yıllardı o yıllar! Gençlik gibisi yoktu! Ömrünün damla damla eriyip bittiğini hissettiği şu son günlerinde vicdanını rahatlamak için bir şey yapmalıydı. Yazdığı notları kime teslim edebileceğini düşündü. Oğlunu düşündü, alkolik ve zayıf kişilikli biriydi olmazdı, en büyük kızı olmazdı onunda alkolik ve hayatı boyu hiç çalışmamış bir kocası vardı. Büyük kızından olan 5 torun? Hepsine lanet gitsin. Hiç biri bir baltaya sap olamamıştı. Yüzünü buruşturup eliyle yüzünü sıvazladı. Beyaz saçları çok seyrelmiş sadece kafasının yanlarında kalmıştı. Clark Bıyık hala yerinde ama artık bembeyazdı tabii. Kemik Clark Kent tarzı gözlük hala gözündeydi. 1930 kışında İstiklal Caddesinde çektirdiği o paltolu fotoğrafı geldi aklına. O zaman havalar çok soğuk olur ve kar daha fazla yağardı. Üstünde siyah kalın bir palto ve simsiyah saçları, Necip Bey briyantinli ve ışıl ışıl gözler. Daha evlenmemiş ama teşkilattan ayrılalı 7 yıl olmuştu. Cumhuriyetin kurulmasıyla işi bırakmıştı.
Bunca yıl neden beklemişti? Belki gurur ve kibir yüzünden hep kendine engel olmuştu. Üstün bir ırk olduklarını düşünürdü hep ve diğer tüm Osmanlıyı oluşturan ırkların bel kemiği Türklerdi. En üstündüler. Bu kesindi! Biraz daha dinledi yüreğini. Aslında yüreğinde hep bir korku ve kin vardı. Neden Selanik bırakılmıştı? Neden yurdunu bırakıp bu ellere sürülmüşlerdi? Kimdi bunun sorumlusu? Teşkilat-ı Mahsusa ve Cemiyetteki ekseriyet hep Osmanlının bırakılıp çekildiği Selanik, Manastır, Belgrat, Üsküp, Sofya gibi vilayetler veya Rusların Kafkasya’dan sürdüğü Müslüman Kafkas halklarında oluşuyordu. Aslında buraların hakları bu durumdan çok muzdaripti ve kendilerine yapılanların karşısında hayat onları sertleştirmiş ve acımasızlaştırmıştı. Geçen 93 yıla baktı. Öfke, kızgınlık ve nefret hayatında ne kadar egemen oldu?
Kızını bir Kürt çocuk istediğinde ne kadar öfkelenmişti. Kesinlikle bir Kürt kızını alamazdı. Vermedi zaten ama olan oldu kızı kaçıp gitti ellerinde. Geri döndüklerinde ise kabul etmedi. Hep nefret etti ve gurur yaptı. Ne zaman Kürt damadın kızına iyi baktığını görünce öfkesi ve nefreti azalma başladı. Kızını görmek istedi ve torunlarını ancak 10 yaşına geldiklerinde sevmek istedi ve evine kabul etti. Birden aklına geldi ve heyecanlandı. Bir ateş bastı. Tüm vücudu ter içinde kaldı. Felç sol tarafında bir uyuşma bir kıpırdanma oldu. Sanki bir can geldi yaşarken ölmüş olan sol tarafına. Tekrar düşüncesine döndü, hisleri ise akıp gitmeye devam ediyordu. Kemal! Evet, torunu Kemal! Hani ince ve çelimsiz olan yeşil gözlü ve kumral saçlı çalışkan ve sessiz olan torunu ona yardım edebilirdi. Ne zaman ona baksa ya bir şey okuyor ya bir şey yazarken görüyordu. 15 yaşındaydı ve okulda çok başarılı olduğunu duyuyordu. Tarihe ve arkeolojiye meraklıydı. Vicdanını rahatlatacak notları telim edecek birini bulmuştu artık.
Yine evlatlarını hatırladı. 3 kızı 1 oğlu vardı. En büyüğü İlknur, bir kürt çocuk ile evlenen kızı Sehavet, torunu kemal geldi gözlerine umutlandı. Yüzüne tebessüm geldi oturdu. Oğlu Şevket Antalyalı bir kız almış, bir hemşire ve sorunlu bir hayatı olmuştu hep. Alkolün esir olmuş ve bir torun vermişlerdi ona. Erkan adında. En küçük kızı Neslihan ise iki torun vermişti ona. İkinci torunun doğduğu gece damadı Emin trafik kazasında vefat etmiş ve kızı dul kalmıştı. İki çocukla ve 5 sene olmuştu. Yine yüzü asıldı ve yastığa gömdü yüzünü dışarıda hava kararmaya başlamıştı. Kızı Neslihan radyoyu açmıştı gelen müziğin tınısı ve güftesi nasılda duygularına tercüman oluyordu. En sevdiği besteci sadettin Kaynağın bir şarkısı çalıyordu. Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu! Zeki Mürenin sesinden dinlemek daha da hoşuna gidiyordu. En büyük kızı ise evde her zaman olan huzursuzluktan âşık olduğu bir adama gitmişti. Her akşam içtiği bir büyük rakıyı ve sonra yaptıklarını hatırladı. Çok küçük yaştan itibaren karısı dâhil tüm çocuklarını dövdüğünü hatırladı. Neden? Neden bu suçsuz sabileri hep korku ve öfke ile beslemişti? O zamanlar o gücünün hiç bitmeyeceğini düşünüyor ve kendine veriliş bu evlatları kendisine ait olarak görüyordu. Ne isterse yapardı. Kendi malıydı. Karısı içinde aynısıydı. İster sever ister döverdi. Onlara bakıyordu. Besliyordu. Hiç kimseye muhtaç değillerdi. Ama bir kez olsun hallerini sormamıştı. Ne hissettiklerini. Yiyeceklerini vermişti ya. Yeterdi. Sanki kendisi bir şefkat görmüştü? 11 kardeş ve dul bir anne. Selanik’te her şeylerini bırakıp Edirne’ye geldiklerinde babasının kalbi dayanamamış ve geldikleri sene vefat etmişti. Sene 1913 ve 26 yaşındaydı. En büyük ağabey olarak ailesine bakmalıydı. Doğduğunda annesinin sütü kesilmiş ve sütannesi olarak mahalledeki Yahudi bir kadını sütannesi tutmuşlardı. Sonra manevi annesi olmuş ve ondan Yahudi İspanyolcası öğrenmişti. Edirne’de ise yine Yahudilerle aynı mahalleye taşınmışlardı. Onların yanında bir peynir tüccarının yanında muhasebe tutmaya başlamıştı. Edinenin yağlı eski kaşarı çok meşhurdu ve Dükkânın sahibi Rafael Bey ona çok iyi davranıyordu. Radyodaki şarkının tınıları çalındı kulağına yine hüzünlendi.
Enginde yavaş yavaş
Günün minesi soldu
Derdim bana arkadaş
Bugün de akşam oldu
Gölgeler indi suya
Kuşlar vardı uykuya
Gurbeti duya duya
Bugün de akşam oldu
Su uyur fısıldaşır
Gider yâre ulaşır
Yolcu yolda yaraşır
Bugün de akşam oldu
Ali Vecdi nasılda güzel bir güfte yazmıştı. Gençlik yıllarında kendisiyle Beyazıt’ta caminin arkasındaki küllük kahvesinde tanışmış ve oraya ne zaman gitse sohbetleri olmuştu. Bir sohbetinde yazdığı şarkı sözünün sayısını tam bilemediğini ama 900 e yakın olduğunu tahmin ettiğini söylemişti. Bir çoğunu besteci Sadettin Kaynağa vermişti. Birden aklına Kemal geldi. Kızı Neslihan’a seslendi.
-Neslihan kızım bakar mısın?
Kızı güzel kokular gelen mutfaktan eli ıslak çıkıp koridordan babasın bulunduğu odaya seslendi..
-Efendim Baba?
-Kızım bu bizim torun Kemal nerede? Gelince bir uğrasın bana. Ona bir şey söyleyeceğim.
Neslihan ellerini üstündeki mutfak önlüğüne silip mutfak kapısının beyaz boyalı tahta doğramasına yaslanıp yorgun bir sesle.
-Baba unuttun mu? Sevnur ablamlar hafta sonu gelecek. Bu sene Bodrumda devre mülk kiraladılar gittiler. Bodrumdalar şimdi. Ama sen rahatsız olunca hemen dönmek istediler fakat uçaklar çok pahalı. Hafta sonu burada olacaklar. Otobüs bileti bulmuşlar aceleden. Ama yol uzun sürüyor. Zaten bugün Perşembe şurada iki kaldı. Cumartesi buradalar. Hem sen Kemali ne yapacaksın? Bana söylesene!
-Kızım önemli bir şey değil işte. Gelsinler hemen odama gönder! Özledim torunumu!
-Burada iki torunun var nah bak oturma odasında televizyon seyrediyorlar. Çağır onları sev özlediysen! Sesinde bir alınganlık ve kırılganlık vardı.
Babasının cevabını beklemeden Neslihan sinirli bir şekilde yaslandığı tahta kapı doğramasından hızlıca ellerini çekip mutfağın içine yöneldi.
-Saygısız! Babanın vereceği cevabı beklemeden gir mutfağa. Ben sığıntıyım bu evde zaten kapadınız beni bu odaya öleyim diye! Ölmeyeceğim! Ölmeyeceğim!
93 senedir yakasını bırakmayan öfke ve gurur yine gelmişti. Kalbi yanmaya başladı öfkeyle yine. Çarşafları çekip yırttı bilinçsizce. Öfkesine hâkim olamamıştı ama gücüne hayran kaldı yine. Çarşafları yırtabilecek gücü vardı. Gururlandı. Sonra yine öfkesi ve gururuna bakıp mahcup hissetti kendini. Radyoda şarkı değişmiş Zeki Müren söylemeye devam ediyordu. Şarkının sözleri Edirne Hacı Mercimek mahallesindeki iki katlı ahşap evde yaşarken sevip âşık olduğu Makedon göçmeni Necla’yı hatırlattı ona. Yaşı 28 olmuş ve hala evlenememişti. Sarı saçları uzun ve düzdü. Teninin ve yüzünün beyazlığı ona karanlıktaki bir ay ışığı gibi geliyordu. Işıldayan gözleri Necla’yı daha çekici yapıyordu. Baktıkça ona şifa buluyordu. Saatlerce Arda kenarında otursalar da zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordu. Bir türlü ona onu ne kadar sevdiğini söyleyememişti. Bakması gereken 10 kardeşi ve Annesi vardı. Bir gün korktuğu başına geldi ve Necla ailesiyle İstanbul’a yerleşti. Ona hiç haber vermeden bir sabah at arabasına yükleyip eşyaları İstanbul’a yola çıktılar. Son kez buluştukları akşam geldi aklına. Her zaman onun yüzünü düşündü.Cemile ile evlendiğinde bile…. Zeki Mürenin sesi kulağında çınladı yine!
Dertliyim ruhuma hicranımı sardım da yine.
İnlerim, şimdi uzaklarda solan gün gibiyim.
Gecenin rengini kattım içimin matemine.
Sönen ümit ile günden güne ölgün gibiyim.
Bahtımın yıldızı sanmıştım seni.
Sensiz karanlıktır her günüm Leyla.
Her günüm Leyla, her günüm Leyla.
Ayrılık, ayrılık, ayrılık.
Mecnuna döndürdü beni.
Dertliyim, dertliyim yürekten
Üzgünüm Leyla, üzgünüm Leyla,
Üzgünüm Leyla, ah, ah, Leyla
Sevda yaman bir çile, çekenler düşer dile.
Ayrılık ölüm gibi, giden gelmiyor Leyla.
Gülüm, yaprağım soldu, gönlüme hazan doldu.
Bir ömür harap oldu, onu bilmiyor Leyla.
Göz kapaklarının ağırlaştığını ve ruhunun uykuya kaçıp b sızıdan uzaklaşmak istediğini hissetti. Gençliğinde olsa hemen sokağa çıkar bir meyhaneye gider bir kadın bulur unuturdu bu sorununu. Ya da kızlarını karısını döver rahatlardı. Şimdi kaçacak bir yeri yoktu. Notlarda yazdıklarını hatırladı. O anları…..
1908 yılıydı ve daha meşrutiyet ilan edilmemişti. Üsküp’te bir arkadaşının marangozhanesinde çalışıyordu ve akşamları İttihat ve Terakki cemiyeti kulübüne gidiyordu. Daha üye olmamıştı ama olmak istiyordu. Cemiyete gelenler arasında Cemal Azmi diye biri vardı. Kaymakam olarak vilayette çalışıyordu. Temmuz ayında gerçekleşecek olan Meşrutiyetin ilanını hissediyorlardı ama arkasından olacakları hiç bilemezdi. Tahmin bile etmemişti. Balkan savaşı çıkacak ve 500 yıllık bu topraklar düşmana bırakılacaktı. İşte Cemal Azmi ile orada arkadaş olmuş ve onunla birlikte cemiyete yazılmıştı. Alt tarafı bir marangoz olmasına rağmen cemiyette ilgi görüyor ve sohbetlere katılabiliyordu. En çok hoşuna giden de buydu. Burhanettin Hakkı olarak doğduğu günden beri en çok itibarı bu cemiyette attığı milliyetçi nutuklar ve cesareti yüzünden görüyordu. Bazen Üsküp’teki çeşitli gayrı Müslim mahallerini basıp bildiri dağıtmaya ve onları tehdit etmeye başlamışlardı. İmparatorluk sayelerinde dağılmayacaktı. Bunu o zamanlar öyle hissediyordu. Ama hislerinin tam tersi olmuştu. Sanki görünmez bir el imparatorluğu yönetiyor insanları gazetelerle, siyasetçilerle zehirliyorlardı. Toplum çeşitli kamplara bölünmüş ve herkes bir yerinden tutmuş çekiştiriyorlardı.
Birden uykusundan uyandı karşısında 15 yaşındaki torunu Kemal vardı. Herkesi odadan çıkardı ve kapıyı kapattırdı. Onu yanına oturttu ve ona en güzel sözleri söyledi. Ne kadar sevdiğini ve değer verdiğini hissettirdi. Sarıldı ona! 15 yıl sonra! Ailenin geleceği en parlak çocuğu olduğunu söyledi. Ellerinden tutup felçli ağzıyla yarım yamalak Rumeli şivesiyle konuşmaya devam etti.
-Kemal oğlum! Şu yatağın altındaki meşin çantayı çıkar bakim. Seni kerhaneci. Hah al çantayı, çıkar içinde o kâğıtları haaah. İşte şöyle.
Yarın felçli ağzını zor topluyor bazen ağzından salya akıyordu.
-Bak bu kâğıtlarda eski Türkçe yazıyor. Hepsi benim hayatım. Bunları kimseye gösterme anladın mı? Bak kimsenin haberi olursa sıçarım çarkına! Ben iki gün içinde ölüp gideceğim ama burada yazanlar devlet sırrı! Kimse bunlardan anılarında bile bahsetmedi! Zaten Türkiye’de anı kitaplarının çoğu palavra! Gerçekleri ancak yaşayanlar ve kaybedenler bilir! Ve söyler! Eğer bu anılar kötü ellere hizmet eder başkasının eline geçerse öbür dünyadan gelir şarap çanağına sıçarım! Aksırıp yanında bulunan beyaz mendile tükürüp, titreyerek torununa dik dik baktı.
Sonra ona tekrar sarıldı ve titreyen sesiyle yavaşça devam etti.
-Lisede İngilizce öğreniyorsun ve lisanın iyi! Şimdi yeni bir lisan daha öğreneceksin. Aslında bildiğin Türkçe ama Arap harfleriyle yazılmış. Bu notları okuman ve beni anlaman için bu şart! Şimdi bu notlar sana emanet ben biraz dinleneceğim!
Kemal notları aldıktan iki gün sonra babasının dükkânında keten pantolon satarken dedesinin öldüğü haberini aldı. Biraz hüzünlendi ama sonra dedesi için fazla bir üzüntü duymadı. Aldığı emaneti ise yine dedesinin yaşadığı 60 daireli açık cezaevine benzeyen sosyal konutun 5. Kattaki çatısına sakladı. Dedesinin dairesinin önünde çatıya çıkış için bir yer yapılmıştı. Ananesinde kalmaya gittiğinde bir akşam ananesi uzağa dua etmeye gittiğinde çatıya çıkıp notları oraya saklamıştı.
Aradan uzun yıllar geçti ve Kemal İngilizce dışında İspanyolca, Portekizce, Rusça için kursa gitmiş ve bu dilleri az çok öğrenip konuşmaya başlamıştı. Arapça için ise 3 kez kursa gitmiş ve hepsini yarım bırakmıştı. Dil ona kolay geliyor ama hep alfabede yaptığı takıntı yüzünden çuvallıyordu. 99 harfli bir alfabe ona çok saçma ve mantıksız geliyordu. Arapça anlıyor ama iş yazma ve okumaya gelince bir zamandan sonra kurstan soğuyup kursu bırakıyordu.
Yabancı bir misafirini Topkapı sarayına götürdüğünde duvarda yazan yazıların Arapça değil Türkçe olduğunu söylediği halde inandıramamıştı. Çünkü kendisi okuyamıyordu! O an gelen duygu ile gidip bir Osmanlıca kursuna yazıldı. Yaşı 44 olmuş ve dedesiyle konuşmasından sonra 29 sene geçmişti. Evlenip boşanmış ve bir çocuğu vardı. Osmanlıca kursuna başladıktan sonra artık mezar taşları dâhil birçok Osmanlı eserinin kitabelerini oluyor olmuştu. Dedesinin notları aklına geldi ve büyük bir heyecanla onları sakladığı yerden çıkıp aldı. Yıllara rağmen notlara hiçbir şey olmamıştı. Büyük bir özenle sararmış notları çıkardı. Bir sırası olmadan sarı saman kâğıda yazılmıştı notlar. Üstlerinde sağ kısımda Rumi takvime göre yazılmış tarihler vardı ve gelişi güzel yazılmıştı. Bunlardan birinden okumaya başladı
28 Teşrinievvel 1327 ( 10 Kasım 1911) Siverek
“1908 sonrası Cemal Azmi nereye gittiyse ben peşinden oraya gittim. O görev aldığı yere gidince bana yazıyor bende oraya göçüyordum. Evden ayrılmıştım. Büyük kardeşim Kemale bırakmıştım aileyi ve annemi. Cemal Azmi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Seniçe (Şimdi Sırbistan sınırları içinde bir kasaba) mutasarrıfı olarak atandı. Ardından buraya geldik işte Siverek!
Kemal uzun yıllar sonra dedesinin ilave ettiği kâğıdın kenarlarına yazılmış kısımları da okumdu “ Bolu, Lazistan sancaklarında mutasarrıf olarak görev yaptı. Rize’de görev yaparken kendisine “eli sopalı mutasarrıf” namı verildiğinde yanındaydım. I. Dünya Savaşı öncesinde Trabzon’a vali olarak atandı.
Cemal Azmi Bey, savaş boyunca çeşitli ülkelere ait istihbarat kuruluşlarının üssü haline gelen Trabzon’da dört yıl vali olarak görev yaptı. Osmanlı gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’ya her türlü destek ve yardımı sağladı; toplantılarına katıldı; daha önce görev yaptığı Rize bölgesindeki eşkıyaların Teşkilat-ı Mahsusa emrine girmesini sağladı. 3. Ordu’nun ihtiyaçlarını karşılamada etkin rol aldı. Ben de her zaman onu yanındaydım. Olacağımda! Seniçede bir kahve açtım orada bana yardım etti ve kahveyi cemiyetin lokali gibi yaptık. Sonra Urfa Siverek kazasında mutasarrıf oldu. Oradaki toprak ağalarının yanında bir süre marabalık yaptım. Orada Teşkilat-ı Mahsusanın kurulma çalışmaları 1326 senesinin Rebiulevvel ayında başladı. Der saadetten gelen haberlere göre teşkilat önce Anadolu’nun garp vilayetlerindeki Rumların tehciri ve Yunanistan’a gönderilmesi için çalışma yapacak ve vatan gâvurlardan temizlenecek. Çünkü Yunan düşmanı ile iş birliği yapmaları ve vatanı satmaları kuvvetle ihtimaldir. O yüzden bu düşman tohumları her zaman başa bela olacaktır.
27 Teşrinievvel 1328 Bolu (9 Kasım 1912)
“Bugün Balkan Harbinin en elemli, en mutsuz gününü idrak ettim. Cemal Azmi Bey bu akşam benim eve geldi. Teşkilatı kuvvetlendirmek için bana gün doğduğunu ve Selanik’ten çekildiğimizi söyledi. 25000 kişilik Osmanlı ordusu tek kurşun atmadan nasıl olurda şehirden çekilir? Hasan Tahsin Paşa aslında bir Arnavut ve nasıl vatana ihanet eder? Kemal okumaya devam ederken başka bir kalemle dedesinin sonradan ilave ettiği mürekkebi farklı renkle yazılmış kısmı da okur. “ Hasan Tahsin Paşanın Divanı harpte gıyaben yargılanması ve idama mahkûm edilmesi çok iyi oldu. Kaçıp İsviçre’ye yerleşti. Orada geberdi! Kim bilir ne kadar para verdi Yunanlar ona.
Selaniği ziyaret ettiğimde gördüm mezarını sanki bir Türbe! Selaniğin kurtarıcı azizi olmuş! Mezarının üstüne Kocaman bir Yunan Bayrağı var!
10 Kânunusani 1328 Rize (23 Ocak 1913)
Rabbim sana şükürler olsun! Cemiyet Dersaadette hakimiyeti ele geçirmiş ve Enver Paşa Sadarete baskın yapıp Sadareti Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşayı görevden el çektirtmiş. Artık iktidar bizim elimize geçti. Sonumuz Selamet! Balkan harbini artık lehimize çevirebiliriz. Çatalca’da bulunan Bulgar gâvurlarını artık yerinden söküp atarız!
30 Ağustos 1329 Trabzon (30 Ağustos 1914)
Devletimiz resmen Harbi umumide! Dün Enver Paşa Umum dünya devletlerine yaptığı açıklamada Osmanlı devletinin savaşa iştirak ettiğini bildirmiştir. Çok şükür!
17 Teşrinisani 1330 Trabzon 30 Kasım 1914
Savaş sırasında, gayr-i nizami harpte görev alacak çetelerin oluşturulmasında aktif rol oynamaya başladık. Ruslar dün Trabzon’u bombaladı! Artık iktidarız diye öyle esnaf rolü oynamayı bıraktım. Harp hali! Bu kapsamda, mahkûm, tutuklu ve firarilerden bir birlik oluşturup çalışan Cemal Azmi Beye daha çok yardım ettim. Trabzon dâhilinde bu kişilerden 800 kişilik bir birlik oluşturdum bilgisini Cemal Beye ilettim. O da dün bana bunu Dâhiliye Nezareti’ne ilettiğinden bahsetti. Bununla beraber, dağlarda bulunan eşkıyaları affetmeye başladı, çeteci olarak işe alınmasını da bizzat kendisi yürütmeye başladı ama benimde bu göreve daha fazla iştirak etmemi bana salık verdi. Elbette paşam. Vatanın kurtuluşu için emrine amadeyim!
Trabzon bombalandıktan sonra şehirdeki tüm Ermeni ve Rumları buradan silmek için and içtik! Başaracağız!
20 Nisan 1331 Trabzon (02 Mayıs 1915)
Bugün Cemal Azmi Beyin emriyle Jandarmalar, Ermenilerin evlerinde arama yaptılar, Ermeni ileri gelenlerine hadlerini bildirmeye başladık! Taşnak mensubu olan 42 kişiyi bugün mavnalara bindirip Samsuna gönderme bahanesiyle ortadan kaldırdık.! Aralarında denize atlayan Vartan isimli aşçıyı hastaneye tedavi bahanesiyle kaldırdık ama zavallım yediği Karadeniz pidesinde Trabzon yağı bozukmuş sanırım. Zehirlenip vefat ettiğini duydum!
Yapılan bu işlerde genelde insanları çeteler vasıtasıyla şehirden çıkarıp etkisiz hale getiriyorduk. Kesinlikle devletin bu konuda yaptığı hiçbir şey gözükmüyordu. Yolda ya boğuluyorlar ya da eşkıya saldırısına uğrayıp hakkın rahmetine kavuşuyorlardı!
11 Kânunuevvel 1334 Dersaadet (11 Aralık 1918)
Mütareke olduktan sonra eşir düşen şehrimizde Gâvurların koruması altında Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey gibi kişiler ötmeye başlamış! Bugün Meclis-i Mebusan toplantısında Hafız Mehmet “Ermenilerin denizde boğulmasına bizzat şahit oldum” demiş! Fesuphanallah! Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a göndermek bahanesi ile denize” döktürdüğünü, Vali Cemal Azmi’nin aynı uygulamayı yaptığını işittiğini, Trabzon’a gidemediğini ama durumu Talat Paşa’ya aktardığını söylemiş. Musul’a tehcir bahanesiyle sevk edilen Ermenilerin denizde boğulması emrini Vali Cemal Azmi’den aldığını öne sürmüş. Bu devlet işgal sırasında baka kaç tane hain görecek acaba?
Dedesinin bu yazdıklarını okuyan Kemal ne diyeceğini bilemez hale gelmişti. Elindeki bu notlar tam bir cinayet kanıtıydı. Artık daha fazla okuyamaz hale gelmişti. Her okuduğu satırda biraz daha midesi bulanıyor ve ne yapacağını bilemez hale geliyordu. Hem dedesini suçluyor hem de bu notları saklayıp ona verdiği için onunla gurur duyuyordu.
Aklına bir fikir geldi. Bu notlardan bir roman yazmaya karar verdi ama önce bu notları geçen 15 yıl içinde tanıştığı ermeni, Rum, Süryani dostlarıyla paylaştı ve onlarında fikrini aldı. Onlar yapma demesine rağmen kitabı yazdı.
Önümüzdeki ay basılıyor! Bir tane alıp okumak ister misiniz?