Kış akşamları çok çabuk hüzün çökerdi bizim semte. Önce ağaçlardaki kuşların cıvıltısı azalır, ağaçların gölgesinin karanlığı etrafı kaplamaya başlardı. Çıplak ağaçların insan gövdesi gibi kol bacakları andıran gölgeleri bakımsız otların üzerini örterdi. Hava daha bir soğur, keskin bir kömür kokusu etrafa yayılırdı. Sokaklarda insan sayısı azılır, bloğun içinde bir yemek yapma telaşı etrafa yayılırdı. Bizim evin pencereden gözüken ana caddemiz parke taşlıydı. Üstünden en çok geçen araçlar biraz ileride bulunan askeri fırına gidip gelen askeri REO marka kamyonlardı. Her akşam içimi bir hüzün kaplar yarın sabaha yapman gereken ödevlerin sorumluluğu ve baskısı üzerime binerdi. Evimiz 45m2 büyüklüğünde iki oda ve bir tuvaletten oluşmaktaydı.
Kapıdan girince küçük bir hol ve bir oda vardı. Bu oda oturma odasıydı. Odanın solunda hemen girişten sonra bir kömür sobası vardı. Sobadan sonra dedemin hediye ettiği kütüphaneli bir çek yat vardı. Hardal rengi bir formika ile kaplıydı. Tepede yanan 60 mumluk bir ampul odamızı aydınlatıyordu. Tam karşıda pencere önünde bir somya vardı. Gümüş rengi soba boyası ile boyanmış somyanın üzerinde pamuk doldurulmuş bir yatak vardı. Üstüne ise kenarları yere kadar uzanan renkli bir örtü vardı. Perdemiz saten parlak bir kumaştan yapılmış üstünde çiçeklerden oluşmaktaydı. Duvarlarımız mavi plastik boya ile boyanmıştı. Pencerenin yanında balkon kapısı ve küçük bir balkonumuz vardı. Sağ taraftaki duvarın önünde 1974 model bir Nordmende marka televizyon ve kahverengi formikadan yapılmış bir televizyon sehpası vardı. En alttaki bölmede elektrik düzenleyici regülatör vardı. Sürekli elektrik kesildiği için herkes bu elektrik düzenleyiciden almıştı evine. Televizyonun üstü ve regülâtörün üstünde beyaz dantel örtülüydü.
Yan oda ise yatak odasıydı. Duvara çakılmış çivilerde bulunan askılarda elbiselerimiz asılıydı. Dolabımız yoktu. Annemlerin yattığı iki kişilik demir somyanın da üstünde pamukla doldurulmuş bir yatak ve yatak örtüsü vardı. Evimizde mutfak sadece beton bir tezgâh ve duvara çakılmış tahtadan yapılmış tabaklıktan oluşuyordu. Buzdolabımız olmadığı için yiyeceklerimizin çabuk bozulacak olanlarını ananemin evindeki buzdolabında saklıyorduk. Tuvalet büyükçeydi. Odunla çalışan bir termosifon vardı. Lavabo beyaz seramiktendi ve üstünde bir aynamız ve aynın önünde plastik yapılmış bir raf vardı. Üstünde diş macunu ve diş fırçalarımız bulunurdu. Evin en değerli eşyalarından biride buradaydı. Merdaneli çamaşır makinesi evin çamaşır günü olan Çarşamba günü banyonun ortasına çekilir ve o gün sadece çamaşır yıkanırdı. Pazar günü evin banyo günüydü. O gün Termosifon yakılır ve herkes o gün yıkanırdı. Banyoda mermerden bir kurna bulunurdu. Burada ılınan su ile yıkanırdı. Yıkanma işlemi zahmetli olduğu için haftada bir gün banyo yapılırdı.
Okula başlayalı 4 ay olmuştu ve sınıf başkanı olmuştum ama her akşam eve fiş getirip onları çözüyordum. Bu fişleri çizgili defterime yazıyordum. Bu akşam 10 tane fişim vardı. Tam bumları düşünürken Önce büyük bir gürültü ile bir patlama sesi duydum. Patlamanın şiddetiyle 2 odalı evimizin pencereleri çok şiddetli bir şekilde zangırdadı. Hemen pencereye koşup patlamanın nereden geldiğini anlamak için dışarıya bakındım. Bulunduğumuz 60 daireli binanın önünden geçmekte olan parke taşlı caddenin sağlı solu “Sosyal Meskenler” denilen apartman bloklarıyla doldurulmuştu. Apartman bloklarının arası sonrada dikilen ve büyümüş çeşitli ağaçlarla doluydu. Binaların arasında belli bir duvar yoktu. Yeşil otlar kaplamış ve mahallenin çocukları için futbol oynamak için elverişli top sahaları haline gelmişti. Ana cadde üzerinde bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. Bağrışmalar ağlamalar geliyordu. Kalabalık yavaşça artıyordu. Kalabalığın arasından yerde yatan küçük bir insan olduğunu görünce Annemden izin bile istemeden ışık hızıyla kapıya doğru koştum. Kapının girişinde ilk bulduğum arkasına basılmış bana çok büyük gelen muhtemelen 42 numara bir erkek ayakkabısını giyip sokak kapısını açtım.
Büyük bir hızla ikinci katta bulunan küçük dairemizden dışarı çıkıp merdivenlerden acele bir şekilde aşağıya inmeye başladım. Ayağımdaki bana 4-5 numara büyük gelen ayakkabılar ne kadar yürüyüşümü engellese de ben var gücümle olay mahalline koşmak için üçer beşer merdivenleri atlıyordum. Tam son basamağa gelmiştim ki ayağıma büyük gelen kundurulardan biri ayağımdan fırlayıp gitti. Tek ayağım çıplak bir şekilde diğer ayakkabının tekini aramadan hemen bloğun dört çıkış kapısından birinden çıkıp kalabalığa doğru koşturmaya devam ettim. Nefes nefese koşarken tek ayakkabı ile sekerek kalabalığın yanına vardım. Yerde yüz üstü yatan kafasının yanında kan gölü toplanmış olan 5 yaşlarında bir erkek çocuğu vardı. Üstünde kırmızı bir palto altında siyah bir pantolon vardı. Kimse dokunmuyordu. Yanında ağlayarak tepinen ve ona dokunmaya çalışan ve kalabalığın izin vermediği 10-11 yaşlarında ağabeyi ağlayarak ve tepinerek olayın nasıl olduğunu gözyaşları içinde bağırarak anlatıyordu.
“Ağabey, kardeşim Mehmet’in elini tutmuş karşıdan karşıya geçiyordum bir den bir patlama duyduk, kardeşimin elini daha sıkı tuttum ama bir den bire kardeşim yere yığıldı ağabey. Ne olduğunu anlayamadım. “ Ağabeyi daha önce hiç görmemiştim. Küçük kardeşi de! Kalabalığın içinden gelen homurtudan ve konuşmalardan olayın nasıl olduğunu az buçuk öğrenmiştim. Karşımızdaki Sarı Blokta bir dairede bir mutfak tüpünün patladığı ve o evin kırılan cam parçalarında birinin sokaktaki bu küçük çocuğun başına isabet ettiğini ve oracıkta hayatını kaybettiğini öğrendim. 1978 yılıydı. 6 yaşındaydım. O zamanlar ambulans çok geç gelirdi. Ben olaya bakarken birden Annemin bizi evin balkonundan adımı bağırmasıyla kendime geldim.
“Ozaaaaan, çabuk gel buraya, sen ne arada kayboldun benim yanımdan? Ya başına bir şey gelir, çabuk gel diyorum sana!”
Çaresiz ve istemeden evin yolunu tuttum. 1969 yılında yapılmış olan binamızın 4 tane kapısız girişi vardı. Bina yapıldığı tarihte pembe renge boyanmış ve bir daha boyanmamıştı. Boyaları yer yer gözüküyor ama genelde gri beton sıvanın rengi hâkimdi binanın üzerinde. O akşam blokta hangi yemekler yapılırsa o koku hâkim olurdu bloğa. O akşam tatlı bir kavrulmuş soğan ve margarin kokusu hâkimdi bloğa. En sevdiğim şey sokakta top oynarken annemin bir kaşık margarin 250gr dana kıyması ve bir baş soğanla kavurduğu kıymayı yarım ekmeğin içine koyup bana vermesiydi. Sokakta koştururken bana bağırır ben gidip evin girişindeki beton tümseğe oturup kıymalı ekmeğimi yer yine sokağa fırlardım. Eve dönüp ayağımdaki ayakkabıları fırlattıktan sonra penceren önünde bulunan somyanın üzerine dizlerimi kırıp oturdum. Pencereden dışarıdaki kalabalığı izleyemeye devam ettim. Sonunda ambülâns gelmişti ve zavallı küçüğü alıp gittiler.
Hava daha da kararmış saat akşamın sekizine yaklaşmıştı. Tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzu akşamları saat 8 ile saat 10 arası seyredebiliyorduk. Günde sadece iki saat yayın oluyordu. Pazar günleri ise televizyon sabah saat 10’da açılır ve saat 12’ye kadar yayın yapılırdı. Sonra akşam tekrar 8’de açılır ve 10da kapanırdı. Babam Kasımpaşa semtinde bir erkek giyim mağazasında çalışır ve akşam eve 9 gibi gelirdi. Genelde eve geldiğinde sinirli olur ve annemle yemek, akraba gibi şeyler konusunda kavga ederlerdi. Bu akşam babam eve geldiğinde yine incir çekirdeğini doldurmayacak bir konudan dolayı huzursuzluk çıkarıp kavga etmeye başladılar. İkisinin de yetiştikleri ailelerdeki huzursuzluk onları mutsuz ve sürekli kavga çıkartan kişiler haline getirmişti.
Evdeki yüksek sesli bağrışma terörü bittiğinde ben yine hayallerime ve gelecek ile planlarıma geri dönerdim.
6 yaşındaydım ama kara gözlü bir şirine kalbime ilk sevgi ışığını bırakmıştı işte. Okul açıldığından beri aynı sırayı paylaştığımız Satenik! Kara gözleri, simsiyah saçları ve sürekli gülen yüzüne bakmak bana hayat ışığı veriyordu. Her Pazar kiliseye gittiklerini ve kilisede neler yaptıklarını bana anlatıyordu. Ben onu gülümseyen dudaklarının arasından gözüken dökülmüş dişlerine bakıp benim dökülmüş olan üç dişimle sırıtıp sanki cevap veriyordum.
-Parev Ozan! İnç bezes? Pari luys! ( Merhaba Ozan! Nasılsın? Günaydın!)
-Parev Satenik! Şat lav em! Tun? Mersi! Pari luys ( Merhaba Satenik, Ben iyiyim! Teşekkürler! Sen nasılsın? )
Okuldan çıkınca birlikte yürüyerek oturduğumuz blok olan Pembe Bloğa gelirdik. Tesadüf bu ya ikimizde aynı blokta oturuyorduk. Blok iki kanatlıydı. Her iki kanadı 30’ar daireden oluşurdu. Her iki kanat arasında gerilen naylon iplere çamaşır asılır ve bu ipler çekiştirilerek tüm bloğun ortası çamaşırlar havada uçuşurdu. En aşağıdaki avluda top oynayan bizler gökyüzüne baktığımızda rengârenk uçuşan çarşaflar ve çamaşırlar görürdük. En sevdiğimde uçuşan çamaşırların yaydığı çeşitli deterjan kokularıydı.
Erkek çocukları avluda top oynarken kızlar da ip atlardı. Top oynarken bazen Sateniğin ip atlamasına takılıp onu seyrederdim. Bu arada çalım yediğim ya da kafama top yediğim çok olurdu. Biz küçüklerin en sevdiği diğer şey ise İbrahim Dayının taksiyle getirdiği yüzlerce havlu balyasını evinin bulunduğu 4. Kata çıkarmaktı. 10 adetlik balyalar halinde hazırlanmış rengârenk yüz havlularını İbrahim Dayı evinin bir odasına depolar sonra onları her gün sırtına yükleyerek sokak sokak tüm İstanbul’u dolaşıp satardı. Biz evine çıkardığımız balyalar sonunda yevmiye olara 50 kuruş alırdık. Bu bir avuç Ülker bisküvi ile soğuk bir şişe sade Ankara gazozu demekti.
İlk yevmiye ile bakkalın beton merdivenlerine ter içinde oturup sade gazozumu yudumlarken aldığım haz anlatılmazdı. Avucumdaki Bisküvileri dişleyip gazozdan bir fırt çekerken “Alın terinin” ne demek olduğunu ilk o zaman anlıyordum.
Blokta bahar demek top oynadığımız avlunun “Halı Yıkama Fabrikası” haline gelmesi demekti. Blok sakinleri imece şeklinde gün kararlaştırıp aynı gün dört tarafı çevrili avlumuzun ortasına serdikleri halılarını bir güzel deterjanla yıkayıp kurumaya bırakırlardı. Tabii ki bunlar annelerimizdi. Akşama doğru kurumuş halılar toplanır ve evlere serilirdi.
1970’li yıllar demek yokluk demekti aynı zamanda. Benzin kuyruğu, Tüp Kuyruğu, Yağ Kuyruğu, Sigara kuyruğu vs. Bu kuyruklara biz çocukları gönderirdi büyükler. Mesela Maltepe sigarasını kimse içmezdi ve bakkalda raflarda öyle dururdu. Bulunmayan sigara ise Samsundu. Kırmızı beyaz paketi ve iki tütün yapraklı logosu hala aklımdaydı. Yengem bu sigarayı içerdi. Kuyruklarda nice yeni dostluklar oluşur ve insanlar bu yokluk yıllarında birbirlerine yardım ederdi. Bulunduğumuz semt o zamanlar Bakırköy ilçesi sınırlarındaydı ve Bakırköy’ün göbeğindeki Vita fabrikasına bizim bloktan kadınlarla birlikte gidilirdi. Kadınlar eğer çocuklarını bırakacak birini bulamazlarsa bizde onlarla birlikte giderdik. Bir minibüs tutulur ve bu minibüsle gidilir ve dönülürdü. Çünkü biz aldığımız zaman 250gr paket halindeki nebati yağ paketlerinden 24 adetlik 1 koli şeklinde alıyorduk. Fabrika bir koliden daha az adette ürün vermiyordu. Bazen fabrikanın bahçesinde 2-3 saat beklediğimiz oluyordu. Yağ bulabilmek ve sigara bulabilmek mutluluk verici şeylerdi.
O zaman 2 saat televizyon yayınından başka bir şey olmadığı için ya radyo dinler ya da sokakta top oynayarak vaktimizi geçirirdik. Gerçek olaylar ve gerçek bir hayat vardı. 6 yaşında çocuk bile hayatını dolu dolu yaşıyordu. Günümüzde insanlar belki çok daha fazla para kazanıyorlar ama çok fazla da harcıyorlar. İhtiyacımızdan fazlasını bize ait olmayan kredi kartı gücüyle alarak geleceğimizden borçlanmış oluyoruz. Haberimiz yok!

Odalarda Işıksızım: Tozkoporan’da Bir Akşam

Yazı dolaşımı


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir