İsmim Okan. Size çocukluğumda yaşadığım bir anımı anlatacağım. Yani bu hikayenin ana karekteri benim. Bu hikayenin geçtiği zaman 12 yaşındaydım. Kumral saçlarım o zamanın şarkıcıları gibi uzundu. Cem Karaca hayranıydım. Saçlarımı ona benzetmek için elinden geleni yapıyordum. Gözlüğüm yoktu. 8 sene sonra oldu. O zamanlar pek sessiz ve kendi halinde bir çocuktum. Pek fazla arkadaşım yoktu. Okul bahçesinde tanıştığım ve birlikte top oynadığımız Satılmış bizim sokakta oturuyordu. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen ismini hiç unutmadım. Diğer kişi ise ilk aşkım İlksen. Gerçekten ismi İlksendi ve oturduğumuz apartmanın karşısında bulunan ahşap bir konakta oturuyordu. Bazen konağın bahçesine çıktığında onu izlerdim. Sürekli tek başıma durduğum evin salonunun penceresinden ona bakar mutlu olurdum. Daha çok salonda bulunurdum. Çünkü salon vitrininin üstü kitaplık olarak hazırlanmıştı. Orada bir sürü ansiklopedi vardı. Bu ansiklopedilerdeki bilgileri okur ve hayal kurardım. Hayallerimin içinde eski zamanlara gider ve o zamanda çeşitli maceralara yelken açardım. İlksen küt saçlı siyah zeytin gibi gözleri olan çok şirin bir kızdı. Bazı günler, çok yakın olan okula birlikte giderdik. Ona bakarken kendimden geçerdim. Bir keresinde okuldan dönerken çantamın yırtık olan kısmından tüm kitapları yere dökmüştüm. Farkında değildim tabii ki. Eve döndükten yarım saat sonra kapı çalındı. O zaman anladım. İlksen döktüğüm kitapları bir bir toplamış ve bana geri getirmişti. Annem hemen ona mutfakta hazırladığı tavuklu pilav ve bir kase tavuk suyu çorba hazırlayıp annesine göndermişti. Kitapları döktüğüm için kendimi suçlu hissetmiştim. İlkseni gördüğüm için ise çok mutlu olmuştum.
1980’li yıllarda her şeyin bir günü veya mevsimi olurdu. Domates, biber, kabak gibi yazın çıkan sebzeler sadece yazın yenirdi. Muz kışın yenirdi. Özellikle yeni yıl akşamı! Çünkü dar gelirli aileler sadece Anamur ilçesinden gelen bu meyveyi alamazdı. Çok pahalıydı. Tarhana yazın bitiminden itibaren yapılırdı ve evin kullanılmayan salonuna yayılan beyaz çarşafların üzerine macun halindeyken serilir ve kurumaları beklenirdi. Kuruyup suyunu çekince toz haline getirilir ve kavanozda saklanırdı.
Tarhana çorbası istendiği zaman birkaç kaşık alınıp et veya kemik suyuyla karıştırılıp içilirdi. İşte bu çorbalardan biri olan Tavuk suyu da sadece bir gün yapılırdı. Çünkü sanayi tipi buzdolapları çok pahalı olduğu için tavukçular tavuğu canlı olarak beslerdi. Dükkânların içine girdiğinizde canlı tavukları kümesin içinde görürdünüz. Beğendiğiniz birini tavukçuya söylerdiniz o da kesip size başı mecmua sayfaları ile sarılmış olarak tavuğu verirdi. Baş aşağı ayaklarından tutup eve kadar canlı olarak götürdüğümüz zaman demek ki evde dedem bize gelmiş demek olurdu. Evde telefon olmadığı için eve varınca ancak anlardık.
Tavuk eve gelince bir telaş başlardı. Önce tavuğun tüyleri yolunurdu. Mutfak yeterince büyükse mutfağın zeminine bez serilir ya da sıcak soba yakılan odaya bez serilir ve tavuk yolunurdu. Sonra tavuğun ince tüylerinden arındırılması için ocak üzerinde vücudu gezdirilir ve ev yanık kokardı. Tavuğun vücudu şimdiki gibi beyaz değil sarı renkte olurdu. Ayakları iyice yıkanır o da suyun içine konur haşlanırdı.
Düdüklü tencereler çok tehlikeli olduğu için herkes evine almaya korkardı. Patladığı zaman çok büyük hasar verdiği için teknoloji gelişene kadar biz evimize almamıştık. O zamanın tavukları ancak 4-5 saatte zor yumuşardı. Elle tavuğu yerken eliniz yapış yapış olur ve yıkamazsanız elleriniz birbirine yapışık kalırdı.
Tavuk bütün olarak haşlanırken önce poposu kesilirdi ve diğer iç organları dışarı çıkarılmış olurdu. Bazen yumurtlamak üzere olan tavuğu kestiğimiz olurdu. O zaman tavuğun içinden bir yumurta çıkardı. Çok ağlardım tavuğun yavrusunu öldürdük diye. Tavuğa üzülmezdim ama yavrusuna üzülürdüm. O tavuktan en az 3 çeşit yemek çıkardı. Şehriyeli tavuk suyu çorba, Tavuk Haşlama, Tavuk Suyuna Pilav. Biraz sıkarsanız Gönen usulü saçaklı Mantı bile yapılırdı. Uzun kesilmiş eriştenin haşlanmış nohut ve didilmiş tavuk parçaları ile bol karabiberli hali. Ne kadar lezzetli bir öğün?
En güzel olanı tavuk yolunurken yardıma gelen Anneannem ve ya yengem ile onların sobalı odada sohbet etmesiydi. Biz de kardeşim ve kuzenim ile odada ya radyo dinler ya da birlikte azar boğuşurduk. Radyoda çocuk saati yoksa kapısı kilitli olan soğuk ısıtılmayan salona (misafir odası) gider salonun ortasında duran sehpayı en köseye çeker altında duran büyük kocaman halının üzerinde boğuşurduk. Sehpayı en köseye çekmeyi öğrenmiştik çünkü bir keresinde üstüne düşüp kafamı kestiğim için daha tedbirli davranıyorduk.
Komşu çocukları arasında aramıza katılmayan bir arkadaşımız vardı. Onun evine gitmemize annem izin vermiyordu. Çünkü kendi kendine konuşan ve birçok hayali arkadaşları olan bir arkadaşımızdı. Satılmış bizim sokakta en son binada yaşardı. Ben özellikle ona okul çıkışı gider ve birlikte evin altında bulunan acı çeşme önünde top oynardık. Bir gün tüm ekip bir arada top oynarken top acı çeşmenin arkasındaki bostanlığa kaçtı. Satılmış ile birlikte topu ararken yağmur öncesi gibi birden rüzgar çıktı ve ağaçlar rüzgarın gücüyle eğilmeye başladı. Havada uçuşan toplar gözümüze giriyordu. Birden hava gece gibi karardı ve bostana bir otobüs büyüklüğünde uçan daire indi. İçinde birkaç Romalı asker inip beni ve Satılmışı gemiye alıp götürdüler. Gemi bizi uzayda bir gezegene götürdü. İndiğimiz şehir İstanbul un 1500 sene evvelki haliydi. Bizi kralın sarayına götürdüler. Saray İstanbul’un eski Bizans sarayı olan büyük sarayın aynısıydı.
Bizi basamaklardan çıkarıp salonlardan geçirip götürdüler. Satılmış sanki her gün gelirmiş gibi hiçbir korku ve merak barındırmayan bir şekilde bana bakıp gülümsüyordu. Sonunda küçük bir kapının önüne getirildik. Önünde zırhlı muhafızlar vardı. Bizi görünce izin verdiler ve içeri girdik. İçeride meşalerle aydınlanan loş bir ortam vardı. Odanın ucunda tahtında oturan bir kral vardı. Yaklaştıkça kralın İmparator Justinyanus olduğunu fark ettim. Satılmışa bakıp “Narses! Aslanım ! görevini başarıyla yaptın! Çok iyi bir şekilde ödüllendirileceksiniz! “ dedi ve Satılmışa bir göz hareketiyle salondan çıkması emrini verdi.
Satılmış yani Narses odayı terk edince İmparator Justinyanos ile baş başa kaldık. Gözlerini bana dikip konuşmaya başladı.
“Okan! Evinin yakınındaki Kuzenim Justin I tarafından yaptırılan Aya Polyeuktus Kilisesinde gizlice yaptığın kazılarda bulduğun parçayı bize vermen lazım. Dünyadan buraya göçerken unuttuğumuz enerji reaktörünün bir parçasıydı bu ve sen bu kayıp parçayı buldun. Bunu bize ver. Evini dağıtmak istemiyoruz!”
Hemen İmparatorun dediğini hatırladım. Kilisenin kalıntılarında gezmek ve kiremit duvarlara dokunmak çok hoşuma gidiyordu. O boş yanmış yıkılmış odalarda bulduğum yanıp sönen bir parça vardı. 12 yaşında olup da böyle yanıp sönen bir parça kimin hoşuna gitmez! Hemen dönüp sorumu sordum.
“İmparator bu parçayı size tabii ki vereceğim. Ama size üç sorum var. Sorularımın cevabını alabilirsem istediğiniz parçayı seve seve size veririm. İlk sorum Nika ayaklanması sırasında karışıklığı çıkartan kırmızı ve mavi takımlarını nasıl hipodroma toplayıp öldürdünüz? 30 bin kişi öldürüldü deniyor bu doğru mu? İkinci sorum ise Satılmışa Narses dediniz? Bu kişi kim daha 12 yaşında ve siz tanıyorsunuz. Son sorum ise eşiniz Theodaranın kayıp lahdi nerede?
“ Sevgili Okan, İlk sorunun cevabı çok basit! Ben son Roma imparatoruydum! Makedonyalıyım benim için kesinlikle mağlubiyet diye bir şey yoktur! İki grubun birleşip bana karşı gelmeleri ve Ayasofya dahil tüm İstanbul’u yakmalarına karşı oturup düşündüm ve çözümü buldum. İki grubun tüm destekçilerine hipodroma toplanmalarını ve onlara imparatorluğu bıraktığımı onların huzurunda açıklayacağımı söyledim. Hipodroma toplandıkları zaman Senin Satılmış sandığın Narses ve askerlerine tüm stadyumdakiler öldürene kadar stadyumdan çıkmamaları emrini verdim. “
“Nerses yeni bulduğumuz başkalaşım projesinde 12 yaşına kadar küçültülüp senin yanına yollandı. Sadık bir askerimdir Öl dersem ölür. Kendisi ermenidir ve asıl adı “Nerses”tir ama geri zekalı tarihçiler Narses şeklinde yazıyorlar. Çok asil bir ermeni ailesinden Kamsarakanlardan gelir ve on her zaman güvenirim!”
“Son sorunu yanıtlayıp bize ait olan parçayı bana vermeni istiyorum. Benim ve Eşim Teodoranın bedenleri şu an Fatih Camiinin olduğu bölgedeki 12 havari kilisesinin bahçesinde bulunan lahitlerin içindeydi. Fakat Latin İstilası sırasında bizim lahitlerimiz Latinler tarafından çalınarak Venediğe doğru yola çıktı. Fırtınalı bir akşam gemi batarak lahitlerimiz tuzlu egenin dibini boyladı.
Peki, biz nasıl tekrar canlanıp bu hale geldik ve bu gezegeni kurduk? Biz ait olan güç reaktörünü senden alınca sana anlatacağım!