Bizim bildiğimiz gofret uzun ve vanilya tadında olurdu. Bakkala girip dış kapağı metal gerisi karton kutu olan bisküvi veya gofret kutusuna elimizi daldırıp bir avuç alırdık. Bir de meyveli veya sade gazoz 50 kuruş! Bitti gitti. Fakat bu reklamları çıkan gofret çok küçük dilimler halinde ama kalındı. 9 kat tat! bir pakette sanırım 9 tane vardı. Fındık, Portakal, Çilek, Hindistan cevizi, Muz aromalıydı. Alüminyum folyo bir paketi vardı. 1980 yılıydı ve biz hâlâ 5 katlı 60 dairenin bulunduğu ortasında hapishane gibi avlusu olan sosyal meskende meskunduk.
Bakkalımız İskender Ağabey dükkânı yeni devralmıştı. Gaziantepli bakkalı pek sevmiyordum. İskender Abi’nin gecekondu gibi briketten yapılmış dükkânına gidip ilk dokuz katlı bisküvi kutusunun paketini aldım. Ona bakarak sokakta yürümeye başladım. Bloğun her zaman açık 4 kapısından geçip içeri girdim. Gökyüzünün mavisi ve bulutlar yüzüme düştü. Kocaman bir karenin içinden gökyüzüne bakıyordum. Bulutlar hareket ediyordu. Gülümsedim, 8 yaşındaki dünyamla. Paketi açıp ağzıma bir tane gofret attım. Fındık aromasının sarhoşluğu yüzüme vurdu. Zevkten gözlerim kapandı. Ne kadar güzel bir duyguydu. Evde babamla annemin kavga etme stresi yoktu. Sadece fındık tadı ve fındık bahçelerinin kokusu. Başımı okşayan bir el hissettim. Dedemdi. 7 yıl vardı hayatını kaybetmesine.
Aradan yıllar geçti ve aynı gofret paketini açtığımda bu sefer Erenköy’deydim. Dokuz katlı gofretin bu sefer muzlusundan bir tane ağzıma attım. Aylarca kaldığı küçük ve dar odadan dedemin cenazesi çıkıyordu. 1987 yılıydı ve ben 15 yaşındaydım. Aradan 29 yıl geçecek, bu sefer Ananem yani dedemin eşi aynı odadan son nefesini verip cansız bir şekilde çıkacaktı. Aynı oda ve aynı kader. Ananenmin cenazesini uzun yıllar yaşadığımız o 5 katlı bloğa getirdik. Birlikte ağladığımız ve güldüğümüz kişilerden hâlâ yaşayanlar ve ayakta kalanlar aşağı indi. Hepsinin kapsını tek tek çaldım. Hâlâ sağ kalanlar ve ananemizi tanıyanlar aşağı indi. Hep birlikte helallik alındı. Cenaze, mezarlığa defnedildi ve geri dönüldü.
Herkes evlerine gitti ve günler sonra o eve geri döndük. 45 metrekarelik eve girip oturduk. İçimdeki bir ses yatak odasına gitmemi söyledi. Evin kokusu, cama vuran güneş, perdeler, mum çiçeği, formika dolaplar hepsi birer anıydı. Duvarlar rutubetten kabarmıştı. İçeride tek kişilik yatak vardı. Hâlâ çalışan bir buzdolabı ve yerde bir kilim. Ananemin kullandığı baş tarafı çengelli iğne takılı bir seccade vardı. Sandalyenin üzerinde duruyordu. Yarım açık formika dolabı kapatmak için ittim ama kapanmadı. İçi tıka basa dolu bir poşet vardı. Onu ittim ama kapı yine açık kaldı. Poşeti çıkarttım ve bastırdım. İçinde örgü yünü ve şişler vardı. Küçük tığlar ve kalın tığlar. Tığın biri elime battı. Poşeti can havliyle fırlattım. Kanayan parmağımı emdim. Kanımın tuzlu sıcak tadı ağzıma yayıldı. Poşeti yerden alırken içindeki yün düştü. Tekrar koyup dolaba soktum usulca fakat tine sığmayınca. Dolaptaki şeyleri çıkarmaya başladım. En arkada bir tomar kâğıt vardı. Sararmış not kağıtları. Baktım Osmanlıca yazıyordu ve ben henüz Osmanlıca bilmiyordum. Tomarları yanıma aldım. Hemen Osmanlıca bilen bir arkadaşımı arayıp onun yanına gittim.
İlk sayfayı verip dikkatlice yüzünü incelemeye başladım. 40 yaşlarında, saçları tamamen dökülmüş, beyaz uzun bir sakalı vardı. Gözleri yeşil ve ışıl ışıldı. Kâğıdı bir kenara koyup birer bardak çay koydu. Hâl hatır sorup bana bu kâğıdı nereden bulduğumu sordu. “Yeni vefat eden ananemin,” dedim. Sayfayı inceledi. Bardağından büyük bir yudum alıp hemen yuttu. Şaşırmış bir ifade ve gözleri açılmış şekilde sordu: “Ne yazıyor biliyor musun? Kim bu yazıyı yazan?”
“Oğlum, dedim ya ananemin evinde buldum. Bu yazıları belki 30 yıldır biliyorum. Dedem hayattayken bahsetti ama bir türlü nasip olmadı. Yani ne bileyim unutuldu gitti işte. Ananemin vefatından sonra tesadüfen ortaya çıktı! Hem ne yazıyor söylesene, adamı çatlatma!”
“Bu 1913 yılında başlayan bir günlük, Osmanlı ordusunda görevli bir subayın anıları. Verdiğin sayfa anıların ortasından alınmış o yüzden orduda bulunan birçok paralı askerden bahsediyor. Birinci Cihan Harbinde Osmanlı ordusuna katılmış Rafael Nogales Mendez adında bir Venezuelalı subayın en yakın dostuyum diyor. Birlikte savaşıyorlar. Van cephesinde geçiyor bu kısım. Yedek subay olarak görevli ama Gizli Teşkilata üye olduğundan bahsediyor.” Yüzünü sıvazlayıp tekrar bana hayretle baktı “Kaç sayfa var bu anılardan? Ben hepsini çeviremem işim var benim!” Yüzünü buruşturup yere baktı ve sonra bana baktı ve konuştu. “Sen neden Osmanlıca öğrenip kendin Türkçeye çevirmiyorsun?”
Kendisini haklı bulup elinden kâğıdı aldım. Kibar ve saygılı bir şekilde konuştum “Ekrem kardeşim, çok sağ ol, balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek buna denir işte! Harika bir fikir! Bundan güzel bir öneri olamazdı. Şimdi izninle çayımın son yudumunu içip hemen gidiyorum. Osmanlıca kursuna yazılacağım.”
Hemen selam verip evinden çıktım. Asansörü çağırdım ve içi yemek kokan binadan hemen ayrıldım. Beynim zonkluyordu, acaba anıların geri kalanında ne yazıyordu. Neden Ekrem birden korkuverdi? Bu anılardan keşke ona bahsetmeseydim? Acaba tehlikeli bir şeyler mi yazıyor? Aradan yüz yıl geçmiş neden hâlâ bu korku?
Evinden çıkıp Hasköy sahiline geldim. Oradan Haliç köprüsünün ayaklarına gelip merdivenlerden ağır ağır yukarı çıkıp Haliç köprüsünün korkuluklarından uzakta bulunan Topkapı Sarayı ve Ayasofya manzarasını seyrettim. Bazen insan uyuşup hiçbir şey düşünmek ve karar almak istemiyor. Çok uzaklara kaçıp sadece çığlık atmak istiyor. Aynen bunları hissettim. Ağır ağır yürüdüm sağımdan hızlıca geçen araçların gürültüsünde!
ozankemalcullu.com
Bilgiye giden yol