Martıların çığlıkları hiç durmuyordu. Boğazdan gelen nemli soğuk hava üzerimdeki kapüşonlu paltonun dikişlerinden girip beni üşütmeye devam ediyordu. Sürekli denizin içine girip çıkan balık ekmek teknelerinde yana lüks lambaları gölgelerini kararmış denize vuruyordu. Teknede çalışanlar yağda kızarttıkları palamut balıklarını büyük bir hızla yarım ekmeğin içine koyup kıyıda bekleyen müşterilerine veriyordu. 1987 yılının bitmesine 4 ay kalmıştı. Denizcilik Meslek Lisesinin ikinci sınıfına geçmiştim. Saat öğle üzeri iki olmasına rağmen hava sanki akşam üstü gibi kararmıştı. Yağmur bulutları şehrin güneşle arasını bozmuştu yine. Karnım acıkmıştı. Üsküdar vapurundan inecek olan sınıf arkadaşlarım Yavuz ve Ferit uzakta bulunan martı bulutunun içinde kaybolmuştu. Üsküdar iskelesinden kalkan bir vapurun Eminönü’ne varması yirmi dakikayı buluyordu. Acaba vapuru kaçırmış olabilirler mi? Ben sabahtan babamın dükkanına gitmiştim. Kasım paşa semti çok uzakta değildi. Kömür ve odun dumanına boğulmuş duman içindeki şehre bakıyordum. Bu sene kanun değişmiş ve ikinci sınıfa giden meslek lisesi öğrencileri haftanın ilk üç günü şehir hatları vapurlarında staj yapacaklardı. Son iki günü ise okula gidip teorik dersleri alacaktık. Bugün Şehir Hatları İşletmesinin Eminönü’nde bulunan 27 Mayıs İş hanındaki merkezine gidip stajyer kimliklerimizi ve işbaşı denilen elbiselerimizi alacaktık.
Moda isimli vapuru iskeleye sanki bir buz pistinde kayıyormuş gibi kayarak yaklaşıyordu. Denizin iyot kokusu, ızgara balık kokusuna o da kömür kokusuna bulanıyordu. Kaptan vücudunun yarısını geminin penceresinden dışarı çıkarmış iskeleye bakıyordu. İskelede bulanan çımacı gemide bulunan gemicinin fırlattığı halka halinde olan halat çımasını havada yakalamak isterken denize düşürdü. Kaptan herkesin duyacağı şekilde sunturlu bir küfür savurup “Tüh! Allah Kahretsin!” diyerek denize kuvvetli bir balgam savurdu. Durmuş olan geminin makinelerini tekrar çalıştırıp hafif bir tornistan yaptı. Hem iskele makinasının hemde sancak makinesinin kollarını tam yol geri alıp biraz bekledi. Sonra durdurdu. Yavaşça geri doğru kayan geminin yanaşması bayağı zaman aldı. İnmek için sabırsızlanan yolcular söylenmeye başladı. “Stajyerleri alıyorlar bu gemilere sonra ceremesini biz çekiyoruz” “İşe geç kaldık be!” Kıç tarafta bulunan gemici tekrar çımasını tüm kuvvetiyle fırlatıverdi. Çımayı tutan çımacı hemen babaya taktı. Ben o sırada gemide ineceklerin yüzlerini inceliyordum. Evet! Ferit ve Yavuz oradaydı. Gemiye uzatılan iskele denilen aracın verilmesini beklemeden karaya atlayıp yanıma geldi. Sarılıp öpüştük. “Hadi lan! Geç kaldık! Bir an evvel kimliklerimizi alıp gemiye gidelim.” Ferit açık yeşil gözlü kısa boyluydu. Saçları kıvırcık ve yüzü yuvarlaktı. Çok akıllı ve hazır cevaptı. Yavuz ise daha uzun boylu sessizdi. Birlikte sahilde bulunan caddeyi geçip İş hanına gittik. Binanın içinde ışıklar tam yanmıyordu. Karanlık koridorları aşıp sora sora gideceğimiz yeri bulduk. Kimliğimi aldım. Okan Kemal. Doğum Tarihi 1972. Doğum yeri Adana. Büyük bir kıvançla plastik şeffaf kabın içindeki kimliğimi okşadım. Ayrıca sigortalı olmuştum. Siyah plastik poşet içindeki elbiselerimi aldım. Petrol kokuyorlardı. Siyah kaba keçeden yapılmışlardı. Bir pantolon ve bir ceket. Ferit poşeti bağlayıp telaşla yüzüme baktı. Sonra elinde birden beliren simitten büyük bir parça ağzına atıp dolu ağzıyla konuşmaya başladı. “Saat üç gibi sirkeci adalar iskelesindeki vapur kalkıyor. Önce Bostancı sonra Kınalıada ve Burgazadaya uğruyor. Sonra yine Bostancıya yolcu bırakıp boş olarak Ortaköy iskelesine gidiyor.” Yutkunup lokmasını yuttu. Gülümseyip şöyle dedim “Koçum ne gemisi bu? Staja başlayacağımız gemi mi? İsmi Suvat değil mi? “ Yavuz bizi dinlemiyor iş hanından gözüken boğazı izliyordu. Ferit cevapladı. “ Evet, Elli yaşında döküntü bir gemi. Seneye çürüğe çıkartırlar. Alman yapımı. Zamanında çok hızlı bir gemi olduğu için sürekli Adalar seferine verilirmiş.” Fıldır fıldır dönen gözleri ile bakıp sırıttı. Merakla sordum” Oğlum nereden biliyorsun bu kadar bilgiyi?” Eliyle hadi gidelim der gibi bir hareket yapıp bana sokağı gösterdi. “Hadi çabuk çıkalım buradan. Yoksa gemiyi kaçıracağız. Babamın bir kaptan olduğunu unutuyorsun sanırım. Ayrıca İnebolu doğumluyum. Ailemdeki herkes denizci. Senin gibi Kebapçı değil benim atalarım.” Suratım asılmıştı. “Lan oğlum. Ben İstanbul doğumluyum. Doğum kağıdımı kaybeden amcam yüzünden doğum kağıdım babamın memleketi olan Adana’dan çıkarılmış. Kebapçı falan yok benim ailemde.” Ferit ile Yavuz hızlı bir şekilde merdivenleri inip sokağa çıkmışlardı. Hemen onları yakalayıp yaklaşık beş yüz metre ileride olan Sirkeci “Adalar” iskelesine doğru yürümeye başlamıştık. Yağmur atıştırmaya başlamıştı. Hava iyice kararmıştı. Poyraz iyice kendini hissettiriyordu. İskeleye yaklaştıkça gideceğimiz vapuru görmüştüm. Kıç tarafında “Suvat” yazıyordu. Yaklaştıkça ne kadar eski bir vapur olduğu görülüyordu. Baş kısmı dik balta gibiydi. Bir çok yeri paslanmıştı. Poyrazın kudurttuğu deniz geminin halatlarının gerilmesine ve çatırdamasına yol açıyordu. Rüzgar ve yağmurdan korunmak için koşturarak geminin içine girdik. Kıç taraftaki salon boştu.Geminin içi eskimiş tahta ve muşamba kokuyordu. Ön tarafta bulunan kapalı salona girdik. Üstlerinde siyah işbaşı giymiş insanlar oturmuş koca bir demlikten çay içiyorlardı. Kendimiz tanıttık. Onlarda kendini tanıttı. Efendi Kaptan Mustafa Bey, Güverte Lostromosu Kenan Ağabey, Gemici Salih, Mehmet ve Erkan Ağabeyler. Yağcı Kenan, Halis ve Serkan Ağabeyler.
Gemi hop aşağı hop yukarı kalkıyordu. Vakti gelince geminin halatları alındı ve yola koyulduk. Hepimiz kaptanın isteği ile Kaptan Köşküne çıktık. Kaptan Köşkü o an bana sanki uzay mekiği gibi gelmişti. Dümen ve Telgraf denilen geminin makineside yönetme kolları beni mest etmişti. Tüm deniz artık gözlerimizin önündeydi. Kenan Ağabey Dümene geçti ve gemi hareket etti. Önce Saray burnunu aştık sonra Kız Kulesine doğru dümeni kırdık. Üçümüzde heyecanla ihtişamlı İstanbul’u izliyorduk. Topkapı sarayı ve Bizans surları sağımız daydı. Ayasoyfa ve binlerce yıllık tarih. Deniz gittikçe kuduruyor ve rüzgar hızını arttırıyordu. Islık çalan rüzgar rüzgarla birlikte kaptan köşkünün geniş camlarına vuruyordu. Geminin pruvası ile bacası arasında bağlı olan ince halatlar uçuşuyordu. Gemide hiç yolcu yoktu. Sadece mürettebat ve fareler. Denizin rengi koyu lacivertti. Martılar Haydarpaşa Mendireğine sığınmış soğuktan birbirlerine sığınmışlardı. Kadıköy ve Moda solumuzda kalmıştı. Dalgalara bata çıka gidiyorduk. Rüzgarın ıslığı ve yağmur damlalarından başka bir ses gelmiyordu. Hava iyice kararmıştı. Fenerbahçe fenerinin ışığı bize yol gösteriyordu. Caddebostan ve Suadiye açıklarını geçtikten sonra Bostancıya yaklaştık. Kaptan Mustafa Ağabey ufka bakarken konuşmaya başladı. Kastamonu şivesi ile konuşuyordu. “Çocuklar, M.S 1000 yıllarında Bostancı açıklarında “Vordonosi” adında iki ada vardı. Küçük Vordonisi ve Büyük Vordonisi. Büyük Vordonisi üstünde insanların yaşadığı kilise ve binaları olan aynı Burgazada gibi bir adaydı. Kıyıya yakın olduğu için nüfusu yoğundu. Küçük Vordonisi adasında ise bir yerleşim yoktu. 1010 yılında büyük bir deprem oldu ve bu ada sulara gömüldü. Deniz yükseldi ve bu adayı yuttu. Biraz sonra yanından geçeceğiz. Geçen gemiler çarpmasın diye suyun üzerinde yüzen şamandıralar var.” Mustafa kaptan gözünü denizden hiç ayırmıyordu. Geminin pruva direğine bakarak geminin nasıl suyun üzerinde kaydığını görebiliyorduk. Kıyıda bir nokta ile geminin direğini gözlerimizle sabitlenince geminin hareketlerini izleyebiliyorduk. Buna denizciler “Kerteriz” almak diyorlardı. Vordonosi yakınlarına geldiğimizde dalgalar daha da kabarmıştı. Adanın su yüzüne çıkmış kısımları hayal meyal seçebiliyorduk. Üzerlerinde martı ve karabatak kümeleri oluşmuştu. Dinlenmek için adanın üzerine tünemişlerdi. Rüzgar kuşların tüylerini uçuruyordu. Yağmur şiddetini arttırmış hava fırtınaya çevirmişti. Geminin iki makinesi de tam güç çalışıyordu. Birden gemi sarsılmaya başladı. Makineden sanki insan çığlığı gibi bir ses geldi. Makine çalışmasını durdurdu. Hepimiz birbirimize baktık. Şimdi sadece rüzgarın ıslığı ve yağmur sesi duyuluyordu. Bir de korkudan aldığımız solukların sesi. Kaptan hemen makine dairesine telefon edip bağırmaya başladı. Gemi dalgaların içinde durmuş sürüklenmeye başlamıştı. Tam da batık Büyük Vordonisi adasının yanında. Geminin telsizi ile “Köprü” denilen Karaköy’de bulunan merkezi aradık. Ses yoktu. İlk seferimizde böyle bir tecrübe yaşamak o yıllarda lanetle andığım bir olaydı. Cep telefonun yoktu. İnternet yoktu. Telsiz kesilmişti. Makine durmuştu. Doğa ile birlikteydik. Geminin demirini atmak için çaba sarf ederken birden bir kayalıklara yani Adaya bindirdik. Gemi su almaya başladık. 10 dakika içinde 40 metre boyundaki gemimiz bizimle birlikte Marmara’nın serin sularını boyladı.
Gemi yavaş yavaş geçip deniz tabanına oturdu. Suyun içinde nefes almaya başlamıştık. Gemiden çıkıp büyük bir kaya yarığından geçip sular altında yaşayan bir medeniyete ulaştık. Sanki 1010 yılında gibiydik. İnsanlar hayatlarına devam ediyordu. Herkes Rumca konuşuyordu. Biz de Rumca konuşmaya başladık. Ada sakinleri ile bir kahvede oturup konuştuk. Mustafa Kaptan adanın merkez kilisesinin papazı Dimitri Bey ile sohbet ederken biz de üç arkadaş adanın nasıl böyle korunabildiğini hayretler içinde gözlemliyorduk. Dimitri Bey, o kadar güzel konuşuyordu ki kendisini hayranlıkla dinliyorduk. “Adamın 1010 yılında battı. Fakat yüce yaratan bize tekrar hayat verdi ve Marmara Denizinin derinliklerinden yaşamaya devam ettik. Bin yıl geçti ama hala aynı şekilde medeniyetimiz sürüyor. Gerçek dünyaya geçemiyoruz. Modern zamanda insanların nasıl sevgiden uzak ve korku dolu yaşadıklarını görüyoruz. İnsanların önce insan olduklarını unutmaları çok acı. Rum halkının nasıl yabancılaştırıldığını ve bu topraklardan kaçıp Yunanistan’a gitmek zorunda kalmaları büyük bir acı. Doğanın katledilmesi ve nüfusun artması ise ayrı bir sorun. Fakat bütün bu sorunlara rağmen şükretmek en güzel şey. Papaz Dimitri’nin huzur dolu konuşması uykumu getirmişti. Rüzgar püfür püfür esiyordu. Tahta bir sandalye bulup oturdum. Gözlerim kapanıvermiş Gözlerimi açtığımda kendimi Suvat gemisinin gemici kamarasında bir yatakta yatıyordum. Etrafıma bakıp Papaz Dimitri ve arkadaşlarımı aradım. Birden anladım ki bu bir rüyaymış. Üstümü başımı düzeltip hemen kaptan köşküne çıktım. Tembelliğe gerek yoktu.