Bin dokuz doksan beşinci yılın Noyabr (Kasım) ayıydı. Baki şeheri yabancı sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile doluydu. Birleşmiş Milletler, Kızılhaç, Sınır Tanımaz Doktorlar v.s. Hepsi Karabağdan göç etmiş olan Azeri göçmenlere yardım ve savaş bölgelerine yakın yerlerdeki şehirlere destek için başkentte bulunuyordu. Şehir keskin bir petrol kokusuyla kaplıydı. Eski Sovyet otobüsleri ve araçları da buna katkıda bulunuyordu. Evdeki çeşmeden bile petrol kokulu bir su akıyordu. Şehir 1960lardan kalmış bir şekilde hayatına devam ediyordu. Üniversite eğitini almaya geldiğim şehir perişan ve bakımsız bir haldeydi. Hiç kimse 10 milyonluk Azerbaycanın nasıl olup da 2 milyonluk Ermenistan’a yenildiğinin sorusunu soruyordu birbirine. Şehrin her yerinde bulunan sovyet tarzı toplu konutlarında Karabağ göçmenleri kalıyordu. Garabağ Gaçkını denilen bu insanlar hayata tutunmaya çalışıyorlardı.
İlk gittiğimde Neslihan isimli arkadaşımda kalıyordum. Neslihan ile Azerbaycan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda bulunan Eğitim Müşavirliğinde tanışmıştım. Neslihan’ın erkek arkadaşı BM ‘de(Birleşmiş Milletler) çalışan Hollandalı bir geçti. Onun sayesinde BM araçlarına biniyor ve çeşitli yerlere birlikte gidiyorduk. Onun ekibindeki diğer insanlar ve tüm diğer insanı yardım örgütü çalışanları arkadaşım olmuştu. Birlikte eğlenmeye gittiğimiz akşam iki sessiz genç dikkatimi çekti. MSF (Médecins Sans Frontières) Sınır Tanımaz Doktorlar cemiyetine gönüllü olarak katkıda bulunuyorlardı. Laurent ve Olivier. Evlerine davet ettiler. 1960lardan kalma bir Sovyet konutu. Yataklarının içinde uyku tulumu vardı. Onda uyuyorlardı. Birisi esrar kullanıyordu. Biraz konuştuktan sonra 10 gün önce Ruanda’dan geldiklerini ve bir senedir Ruanda’da çalıştıklarını söylediler. O günleri anlatmaya başladıklarında ağlamamak için zor tutuyorlardı kendilerini. Bazen konuşmaları kesiliyor ve ağlıyorlardı. Aradan bir sene geçmişti ama hala gördükleri vahşet ruhlarında onları rahatsız ediyordu.
Arada 28 yıl geçmesine rağmen ben de bu yaşadıklarımı unutmuyorum. Bizzat orada olmamama rağmen onların gözlerinde gördüğüm vahşeti çok iyi hatırlıyorum. İnsan olduğumuzu unutup nasıl bu şekilde vahşi olup tanımadığımız insanlardan nefret edebiliyoruz. Bize anlatılan ve verilen eğitimin nasıl ruhumuzu ve benliğimizi gasp ettiğinin bir sonucuydu bu. Belki de o zamanlar empati yapmaya ve insanları anlamaya başladım. Birilerinin zihnime girmesine ve tanımadığım insanlardan nefret etmemi sağlamasına izin vermemeye çok sonra başladım. Bu zehiri kendim temizledim. Çok takıntılı birisi olmama rağmen bundan sıyrıldım. İnsan olmanın yüceliği tüm insanlara aittir. Yüceliğimizi önce kendimizi sonra başkalarını kalkındırmaya kullanabiliriz. Tanımadığımız insanlardan ve halklardan nefret etmek zihnimizin maniple edildiğinin en büyük işaretidir.