2009 yılıydı sanırım. Osmanbey metro istasyonunda sürekli görüyordum Nuri Bilge Ceylan ve küçük kızını. Hacı Osman istikametine giden metroyu bekliyorlardı. Kendisini Atlas dergisindeki gezi yazılarından tanıyordum. Filmlerini izlememiştim. Sanatsal film yaptığı için de pek dikkatimi çekmiyordu. Çünkü bana sanatsal filmler zorlama geliyordu. Kurtuluş semtinde oturduğum için o yıllarda Osmanbey metrosunu çok kullanıyor ve sürekli Mecidiyeköy’e metro ile gidiyordum. İzlediğim ilk filmi “Uzak” da benim için donuk ve fazla sanatsaldı. Tek ilgimi çeken şey ise filmin büyük kısmının benim de yaşadığım uzun Kurtuluş semti sokaklarında geçmesiydi. Bu filmi bir daha izlediğimde filmdeki kareler ve kar sahneleri çok hoşuma gitti. 2012 yılıydı sanırım. Sonra aynı yıl “Bir zamanlar anadolu’da” filmini izledim. Diyalogların çok daha yoğun olduğu mükemmel bir filmdi. 2010 yılında çekilmişti. En sevdiğim filmi diyebilirim. Küçük bir Anadolu kasabasının halkını ve orada görev yapan memurların kısa bir gününü anlatıyordu.
Sonra tek tek tüm filmlerini izlemeye başladım. Hatta bu filmlerin çekimlerini de izlemeye başladım. NBC’nin en çok önem verdiği şey filmde rol alan kişilerin rol yapmasını istemiyordu. Senaryoda yazan karakter gibi olmalarını istiyordu. Rol kesen oyuncuları doğal bulmadığından dolayı aynı sahneyi içine sinene kadar defalarca çekiyordu. Filmlerinde gri karakterlerin ön planda olduğu görülür. Gri karakter, gerçek yaşamda iyi ve kötü düşüncelerin/eylemlerin insandaki karşılığı niteliğindedir. Bir durum/olay karşısında seyirciye “neye göre iyi”, “neye göre kötü” (?) vb. soruları sorduran yönetmen, karakterleriyle özdeşleşme imkanı vermez. Karakterleri anlayabiliriz, hatta zıt tarafta olan karakterin söylediklerine de hak verebiliriz ama herhangi bir karaktere sempati duyabileceğimiz sıcaklığı vermez. Karakterlerle seyirci arasına buz dağından bir engel, mesafe koyar.
Filmlerini insanlar vakit geçirmek ve unutmak için değil bir şeyler öğrenip kendilerinde bunu görüp özümsemek ve düşünmek için izlerler. O yüzden filmlerini izlerken bambaşka bir psikolojiye geçer insan. Uçsuz bucaksız, çevresinde biraz olsun su bulabilmişse meyve vermeye çalışan tek tük ağaçların olduğu bozkırlar; yalnızlığın, bekleyişin sinemadaki temsili olarak pekala kullanılabilir. Küçük bir yerde zaman daha yavaş akar çünkü yapılacaklar sınırlıdır. Bu sebeple taşrada yaşayan bir insan kentliye nazaran doğayla daha çok iç içedir. Öz insana daha yakındır. Her açıdan gökyüzünü görebilir, kuş seslerini duyabilir, yalın ayak toprağa basıp bir ağaca dokunabilir… Mayıs Sıkıntısı filminde yoldan geçen kaplumbağa görürüz, yahut Bir Zamanlar Anadolu’da dalından düşen elmayı takip ederiz… Sinemasında doğa ile insana aynı anda temas eden zamanın kayıtsızlığı göze çarpar ve bu özellik NBC sinemasının temelini oluşturan özellikler arasındadır. Doğayla insan arasındaki bu özgür bağ aslında basit ve sıradan bir yaşamın kaynağını oluşturur. Sinematik akış tıpkı doğada olduğu gibi akıp giden hayatın sıradanlığını göstermeye çalışır.
ozankemalcullu.com
Bilgiye giden yol