Amerika Birleşmiş Devletlerinin birleşmiş eyaletlerinden birisine yine ekmek parası için gittiğim günlerden birisiydi. Hiç bir şey hissetmediğim sadece aç kalırım da ölürüm veya lan işsiz kalırım etraf laf eder top mop der diye çalıştığım işlerden biriydi. Sipariş alacağım kesin almalıyım diye nasılsa kazanırız deyip çok düşük maliyetle ürünleri satma nedeni buydu tabii. Müşterim Suriye Yahudi’sinin gazına gelmiştim. New York şehrinin içinde 41. cadde taraflarına inek bağlasan durmayacak bir ofisi vardı. Ofise kapıdaki tahta parçasına dokunup giriyorsun. Eğer Ortadoğulu ve samimiysen tam ürünlere bakarken pardon deyip dua etmeye başlarlardı. Sana yemek söylerler sen yemek yerken onlar dua eder. Geri geldiklerinde kendini borçlu hissedip sattığın ürünleri çok cüzi karla verebilirdin. İşte böyle katakulliye, gaza gelip inmiştim. O sırada cebime e-posta geldi. Meseçüsets eyaletinde bir toptancı sattığım ürünleri görmek istiyordu. Sonradan öğrendim bir Kızılderili kabile reisinin ismiymiş. Ben meseçüsets nasıl okunur diye düşünüp kurdeşen dökerken çok şey öğrendim aslında. Massachusetts şeklinde İngilizce yazmazsam eğer ben bu kelimeyi okuyabiliyordum. Tabii bu kararı almam 22 sene falan sürdü. Bir sosyal medya platformunda arkadaşım olan kendisi ve ismi hiç türke benzemeyen sarışııın , çipil sarııı, mavi gözlü bildiğin Amerikalı bir arkadaşımın Meseçüsets eyaletinde oturması sayesinde böyle yazmayı keşfettim. Çok güzel bir kadın o ayrı ama türk güzeli değil yani. Benim için büyük bir rahatlama oldu. Kaşınan üst derim kaşınmamaya , ağrıyan sol omuzum ağrımamaya başladı. İşte o eyalete New Yorktan kiralık araba ile gitmeye karara verdik. Günlerden pazar günü ve sabahın 8ydi. O gün ve o satte İstanbul köprü trafiğinden beter bir trafiği vardı bu şehrin. Meğer New York’ta pazar sabahı şehirden kaçma bayramıymış. Herkes şehirden deli gibi kaçarken biz kaçamayıp araç içinde tıkılmış trafiğin açılmasını bekliyorduk. Birden iş arkadaşım Tülay kendisini yola çıkmadan önce uyarmama rağmen çişinin geldiğini söyledi. Çişini cebime yapabileceğim söylediğimde içimdeki işimi kaybetme korkusu Tülayın bunu mesajla yetiştirebileceği oldu. “Canım neresini istersin? hangi semte girelim? Bronx mu , Brooklyn mi? ikisi de birbirinden güzide ve mutena semtler” Suratını garip bir şekle sokan Tülay bana sokup aynı sözleri tekrarladı “Çişim Geldi” ikinci çişim geldi cümlesi küçük bir kız çocuğu sesini andırıyordu. kiralık aracı temizlemek zorunda kalmamak için en sol şeritten sinyal verip en sağa geçmeye calıştım. Çünkü az ilerde Bronx çıkışı vardı. Çocukluğumdan beri izlediğim Amerikan filmleri ve dizileri yüzünden Bronx semtine girersek tecavüze uğrayıp, soyulmamız kesin olduğuna inandığım için ilk eklime şahadeti gözlerim kapalı içimden geçirirken aracımızı sağa doğru hareketten ettiğimi unutup az daha yandaki araca geçiriyordum. Korna çalmayan medeni ve gelişmiş ülke insanı olarak düşündüğüm yanımdaki araç sahibi Teksas Öküzü gibi sesi çıkan kornasını köküne basarak gözlerimin açılmasını sağladı. Tülay’ın gözlerine bakıp üçüncü kez aynı cümleyi kurmamasını dileyip bir baba şefkati ile gülümsedim. Biraz yakınlaştığım kadınlarla neden baba-kız psikolojisine girdiğimi sorgularken ağzımdan “La havle” lafı çıkınca Tülay dönüp “Sen de pek bir dindar oldun ha, Allah lafı eksik olmuyor ağzından dedi” İçimden en güzel hürmetlerimi kendisine sunup Bronx çıkışından şehre tekrar girdik. Durumun vahameti farkında olmadan 10 dakikadır Bronxda Tuvaleti olan bir cami aradığımı Tülay’a söylemedim tabii. “Cami yok etrafta” dedim kazara. “Ne camisi” dedi. Dedim “Öğlen oldu kılsak mı?” “Çişim var çok” “evet ,Tülay kalbimiz bir benim de geldi nedense ” dedim. Benim de çişim geldiği için daha bir iştahlı çiş yapacak bir tuvalet aramaya başladık. New Yorkta cami olmadığı için insanlar sokakta çişi gelince ya market veya AVM gibi yerlere ya da kafe, fast food dükkanı gibi yerlere giriyorlar. Ben de hispanik bir sahibi olan bir mini market buldum. Pazar günü herkes sıraya girmiş alkol ve türevlerini almak için sıra bekliyordu. Dükkanın içindeki koku doğru yolda olduğumu söylüyordu. Dükkanda sıra beklemeden kokunun yoğunlaştığı yere gidip çişimi yaptım. Dönüşte kendimi borçlu hissedip sıraya girdim ve çikolata aldım çıktım. Sırada çeşitli sert içki almayı bekleyen her ırktan insan bana bakıyordu. herhâlde aksanımdan Türk olduğum belli oldu ondan diye düşündüm. Araca gidip kapıyı açıp oturdum, tam kontak anahtarını çevireceğim Tülay sordu “Tuvalet var mıymış?” Birden Tülay’ın da çişi için orda olduğumuzu hatırlayıp ” Evet, varmış hatırını sordu, ben yüz göz olmadım ama seni bekliyor” Tülay, çok sinirli bir şekilde arabanın kapısını çarpıp hınçla dışarı çıktı. Neden bilmediğim bir şekilde o gün topuklu ayakkabı giydiği için, hışımla giderken tökezleyip yan bastı. Sonra geri geri yürüyüp benim tarafıma gelip araba camı açma kolunu çevirme hareketi yaptı. Ben de araç otomatik camlı olduğu için iki elimi yanlara açıp” Ne var” dedim. Daha da sinirlenip yüzüğüyle cama tıklayıp “Aç aç” dedi. Düğmeye basıp açarken Tülay boşandığım karımın sinirlendiği zaman gibi bana bakarak sordu. “Tuvalete para verdin mi? Bozuk param yok!” deyip dilenci gibi avuç ayasını açıp bana gösterdi. Avucunu kapayıp elini nazikçe araç dışına ittim “Yok para istemiyorlar, öpücük veriyorsun” dedim. O sırada yüzüm birden ıslandı. Tülay yüzüme tükürdü sanırken yağmur çiselediğini anladım.
Tülay sinirle bakkal azmanı mini markete giderken bu sefer diğer ayağını yan basıp düzeldi. Ben de araçtan çıkıp nasıl geri otoyola gireriz diye düşünmeye başladım. Bakkala geri girip Hispanik amcaya yol tarifi sordum. Bana küfür etmişim gibi bakıp hiç bir şey demedi. Anlamadığını anlayıp bu sefer çocukluk arkadaşım Katalan Sabri’den öğrendiğim İspanyolca ile “Otoyol çıkışı nerde” diye sormak istedim. Tezgahtaki çekmeceyi açıp el hareketi ile içini gösterdi. Glock marka bir silah gösterdiğini anlayınca Sabri’nin öğrettiği cümlenin küfür olabileceğini düşündüm. İki adım geri atınca birden kocaman bir el omuzumu tuttu. Bildiği kelime-i şehadeti unutup anlamsız şeyler söyleyip arkama döndüm. Magic Jonsondan daha uzun bir Afrikalı Amerikalı amca bana yardım edeceğini söyledi. Tülay çişten gelince hep birlikte dışarı çıktık. Bana son model bir cadillac araba gösterdi ben de ” Evet bazı zenginler bu arabalara biniyor bizde doğan görünümlü şahin, Toyota ” dedim. İngilizceye nasıl çevirdim Doğan-görünümlü şahin o bir muamma. Bana gösterdiği Cadillac arabasına binince çok şaşırdım. Ben de bizim Ford Taurus kiralık arabaya binip onu takip ettim. Nerede ve nasıl tecavüz edileceğimizi ve soyulacağımızı düşünürken çok pozitif ve yapıcı bir şekilde Tülay’a sırıttım. Tek başına tecavüz edilmeyeceğim ve Tülay’ında tecavüz edilebileceği olasılığı içimi rahatlattı. Sonra bu düşüncelerimden utanıp, üzüldüm. Karanlık ve viyadük altı yerlerden geçerken unuttuğum kelime-i şahadetle birlikte ayet el kürsiyi de hatırladım. Uzun bir süredir çocukken annemin öğrettiği ” Bismillahi birsin ve billahi nursun 70 bin ayet el kürsi etrafımda kle duvar olsun” şeklinde demosunu söylüyordum ama her şeyde bir hayır vardı. Afrikalı Amerikalı ve Kadillaklı amca bizi Otoyolun girişine getirip bıraktı. Hayır duası edip ölmüşlerine yolladım. Tülayın tekrar çişinin gelmemesi için dua edip yola koyulduk. Konektikit eyaletine giriş yaptık otoyol gişesine gelip ücret ödemek istediğimde gişe memuru da bir Afrikalı- Amerikalı ve kadillaksızdı. Doğru yolda olup olmadığımızı sorup gözlerine baktığında bana İngilizce ” Dosdoğru Bebeğim Dosdoğru” dedi. Utanıp teşekkür edip hemen Tülaya bakıp bu diyalogu duymayıp beni LGBTQ zannetmemesini diledim. Tülay’a baktığımda koltukta sızdığını gördüm. Tanımadığım bir çok pire belirli yerlerinde uçuşuyordu. Akşam oldu Meseçüsets eyaletine girmiştik ama Bostona nasıl gidecektik. Hemen ilk çıkıştan girip bir sokağa park ettim. Çok gelişmiş ve zengin bir yerdi. Sokakta kulüp-bar gibi bir yere girdim. Yanımda Tülay da yanımdaydı. Kulüpte yine Afrikalı ve Amerikalı bir amca vardı. Kendisine yolu sorduğumda acele etmememizi ve karımla birlikte bir dans edip içki içebileceğimi söyledi. Ben de Evli olduğumuzu söyledim ama farklı kişilerle evliydik. Amca bana anlamsız bir şekilde bakıyordu. Amca anlamlıydı belki ama dediklerimi anlamamıştı. Bunu Türkçe söylediği anlayıp İngilizce tekrar söyledim. Afrikalı ama Amerikalı amca dediklerimi anladı. Bizi serbest bıraktığında Ford Taurus arabamıza atlayıp Bostona geldik. Kalacağımız otele yerleşip ertesi gün ziyaret edeceğimiz toptancıları ziyaret edip Bostonun Kembriç (Cambridge) semtine gittik. Şehir İngiltere’den daha çok İngiltere’ye benziyordu. bir de İsim karışmasında diye sanırım açtıkları Üniversiteye Cambridge yerine o yüzden Harvard ismini koymuşlar. Orada dolaştıktan sonra insanız çişimiz geldi. Etrafta ne kafe, ne fast food hiç bir şey yok. Charles nehri kıyısında dolaşırken birde kubbeli camiye benzer bir bina gördüm. Kapıdan içeri girip tuvaleti bulup rahatladım. Koridorlarda dolaşırken birden aydınlandığımı hissedip kendimi çok zeki hissetim. Kubbeli cami diye girdiğimiz bina Meseçüsets Teknoloji Enstitüsüymüş. Böyle anlamadınız tabii . MIT yani. Bunu Tülay’a söylediğimde yüzünde gurur ifadesi belirdi. Bunun dünyaca ünlü bir üniversiteye çişimizi yapabildiğimizden dolayı olduğunu sanıp sırtına pat pat diye vurdum. Şu cümleleri duyunca bir adım uzaklaştım kendisinden “Ay Ozan, Türkiye çok ilerledi. Artık Amerika Birleşmiş Milletlerine bile Milli İstihbarat Teşkilatımız büyük bir bina kiralayıp faaliyet gösterebiliyor dedi.