Yaşadığımız altmış daireli sosyal meskende altmış ayrı dünya vardı. Bu demekti ki altmış ayrı hayat ve 60 ayrı serüven. Babam 26 yaşında askere gidince ben de 5 yaşında iki yıl süresince babasız kalmış oldum. Aileye yeni bir üye gelecekti. Annem hamileydi ve tam o sırada babamın askere gitmesi gerekmişti. Apar topar Fatih Kara gümrük semtinde bulunan kiralık evimizi boşaltıp brüt 45m2 olan Ananemin yaşadığı sur dışındaki bu uzak semte taşınmıştık.
O zamanlar tek kanal olan televizyonda eğer çok beğenilen bir dizi ya da film olursa tüm Türkiye aynı saatte aynı şeyi seyrederdi. Sokaklar kovboy kasabası gibi bomboş olurdu. Kaçak dizisinin olduğu bir akşamdı. Hava çok sıcak bunaltıcı bir Temmuz akşamıydı. Annemi apar topar bebek gelecek diye hastaneye yatırdılar. Beni ise aynı blokta olan babamın dayısının yanına bıraktılar. Bir üst katta dedem ve ananem olmasına rağmen, Ben beni seven ve şefkat gösteren Babamın dayısı olan “İbrahim Dayı’nın” kızı İlhan abla ile kalmayı tercih ediyordum. Bir birimize sarılıp “Kaçak” dizisini seyrederken birde telefonu olan komşulardan biri kapımızı çaldı. Bizi arayan biri olduğunu söyledi. İbrahim Dayının hanımı terliklerini giyip zaten açık olan sokak kapısından süzülüp gitti. 60 daireli blokta yazın tüm sokak kapıları açık olurdu. Sokak kapıları ise bloğun ortasındaki geniş boşluğa açılırdı. Evin için gözükmesin diye kapıya bir tül veya perde asılırdı. Kimin evinde ne pişti ise bloğa yayılır bloğun kapısı olmayan kapısından içeri girdiğinizde burnunuza gelen kokulardan kimin ne pişirdiğini anlardınız.
Daha sonrasını hatırlamıyorum ama Bebeğin doğduğunun haberinin geldiğini hatırlıyorum. Babamın yokluğu ve onun yerine gelen bir kardeş. Bebeğin evimize gelişini ve yıkanışını göbeğinin düşmesi ve evin içinin bayram yeri gibi olmasını hatırlıyorum. Kardeşimin ismi Okan olarak koyuldu ve evin yeni neşesi oldu. En sevdiğimiz şey ise cumartesi günleri akşamları ananemin bize çiğ börek yapması büyük palaks bardaklarla çay eşliğinde bu börekleri yiyip Kara Şimşek izlemekti.
3 silahşor gibiydik aslında Ben, kardeşim Okan ve Dayımın oğlu Erkut. Birlikte oynar ve birlikte dolaşırdık. Kardeşim büyükten sonra Erkut’la daha iyi bir dost oldular aslında. O yıllarda en çok sevdiğimiz şey ise birlikte oyun oynamak ve birlikte keşifler yapmak en sevdiğimiz şeydi. Robin Hood olmak fakir olanlara yardım etmek en sevdiğimiz şeydi. Soğuk bir kış günü blokta yakacağı olmayanlar için odun toplayıp bu odunları kimse almasın diye evin biraz altındaki top sahasının kenarındaki boşluğa gömdük. Odunları toplamak ve top sahasına götürmek ve gömmek tam bir günümüzü almıştı. Ertesi gün başlayan yağmur tam 2 gün aralıksız yağmıştı. Sokağa çıkamıyorduk bile. Cumartesi ve Pazarı evde geçirdik. Pazartesi yağmur dindi ve okuldan sonra evden yarım ekmek salçamızı kapıp ekmekleri hem yiyip hem de yürüyerek balçık halindeki sahanın kenarına geldik. Odunları gömdüğümüz yerin üstüne taşlar koymuştuk. Yer belliydi ve odunları orada bırakıp sahanın yanındaki ceviz ağaçlarının olduğu bölümdeki küçük akarsuda yüzümüzü yıkadık. Buz gibiydi.
En sevdiğimiz şeydi o zaman kafamıza göre hareket edip yeni şeyler keşfetmek. Ceviz ağaçlarının olduğu kısımda iki tane taştan yapılmış kule gibi 10 ar metre yüksekliğinde su terazisi ve ortasında kurumuş bir kuyu vardı. Meraklıydık içine bakmak ve taş atmak çok hoşumuza gidiyordu. İçinde bir sürü çer çöp ve kutu vardı. Baktıkça içim fena oluyordu. Erkut ile birlikte göz göze geldik ve o an karar verdik. Bir yerlerden sağlam bir ip bulup kulelerin birine bağlayıp kuyunun dibine inecektik. Okan daha küçük olduğu için onu yanımıza almamıştık. Yaşımız daha on bile değildi. Çevredeki araba tamirhanelerinden birinden çekmek halatı bulduk.
Amcam kaportacı olduğu için onun arkadaşlarından birinin tamirhanesinden rica edip aldık. Halatı güç bela taşa bağlayıp önce ben yavaşça aşağı indim. Sonra Erkut benim peşimden aşağı indi. Ayaklarımız bileklerimize kadar çamurun içine gömüldü. Kuyunun taş duvarına yaslanıp dinlenmek istedim. Arkama yaslanır yaslanmaz ayaklarımızın altındaki zemin birden açıldı ve aşağıdaki boşluğa doğru bağırarak düştük. Gözlerimi açtığımda ortada ne Erkut vardı ne de kuyu! Simsiyah bir karanlık ve kesif bir tütsü kokusu ciğerlerimi dolduruyordu. Gözlerim karanlığa alıştıktan sonra Duvarda bir haç gördüm. Bomboş taş duvarlar tütsü ve küf kokusu ve zifiri karanlık. Duyduğum koku sınıf arkadaşım Sateniğin gittiği ermeni kilisesindeki kokunun aynısıydı. Birden Sateneğin koyu siyah zeytin gözleri geldi aklıma. Kendinden sürmeli gözleri ve uzun kirpikleri. Allah insanları ne güzel yaratıyordu. Simsiyah düz saçları geldi aklıma. Birinci sınıfta birlikte aynı okulda okuduktan sonra Fransa’ya gideceğini söyleyip ortadan kayboldu Satenik. Aklımda siyah gözleri ve yumuşak yüreği kaldı. Bir de tütsü kokusu. Kiliseye ilk girdiğimde korkudan elini tutmuştum. O da sımsıkı sarılmıştı elime. Gözlerime bakıp “ Korkma!” demişti.
Yavaşça doğruldun yer yapış yapış çamurdu ve küf kokusu midemi bulandırıyordu. Ayağa kalkıp karanlığın içinde ışık aramaya başladım. İnsanın başına gelen her olay ya ona bir şey öğretir ya da onu bir yere götürürdü. 10 yaşında İstanbul’un Cevizli bağ semtinde bir kuyunun dibinde bunları düşünüyordum.

Başka Bir Dünyaya Yolculuk

Yazı dolaşımı


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir