Haluk, Penceresiz odasında tek başına bilgisayarına bakıyordu. Kumral sarı saçları vardı. Dişlek ve uzun bir surata sahipti. Nispeten düzgün, kalkık bir burnu vardı. Gözlük kullanıyordu. Uzun boylu ama hafif kamburluğu vardı. Sakin ve masum bir yüze sahipti. Yüzüne baktığınızda size güven veren bakışları vardı. Pek fazla konuşmazdı. Koyu yeşil bazen lacivert renge dönen gözleri çok kalın kaşları vardı. Top sakal bırakmıştı. Sakalları kızıl-sarı renkteydi .Tepede duran beyaz florasan ruhunu kararttığı için sarı halojen bir lamba kullanıyordu. Odanın loş ışığı onu sakinleştiriyordu. Aynı zamanda yok olma isteği veriyordu kendisine. 5 katlı bir binanın giriş katıydı. Sirkeciden Cağaloğluna çıkan Ankara Caddesinin ortasına yapılan Marmaray çıkışından sağa doğru çıkan Cağaloğlu yokuşunda bir sokak içindeki bir binadaydı bu oda. Çok dik yokuşlu bu bölgede hemen her binanın arka pencereleri istinat duvarlarına bakar. 1800’lü yıllarda yapılmış binların taş duvar istinat duvarları. İstanbul’da kışın hava genelde karanlıktır.Bulutludur. Güneşsizlik kimi kişilerde seretonin eksikliğine yol açar. Mezar gibi penceresiz oda içine girip hiç çıkmama isteği uyandırır insanda. Haluğun çalıştığı iş yeri 5 katlı bir iş hanında faaliyet gösteren bir kuyumculuk imalat şirketiydi. Kendisi ihracat işlerine bakıyordu. Firma küçük bir işletmeydi ama ihracattan iyi para kazanıyordu. Altından mamül takı yapıyorlardı.

Giriş katı yönetim ofisiydi. Sırasıyla Solda patronun odası, sonra tasarımcı Necla’nın odası ve Sadekar Herman Ağabey’in odası. Tam karşısında ise Haluk Beyin odası. İkinci kat ise solda küçük bir odada üretimin başı Manuğun odasıydı. Manuğun odası aynı bir kahve veya psikiyatrist ofisi gibiydi. Tabii ki şekil olarak değil, işlev olarak. Herkes gelip derdini Manuğa anlatır ve bir çare arardı. Ustabaşları, Muhasebeci, Patron herkes gelip ya lak lak yapar günün stresini atar ya da onun kıvrak zekasından bir şeyler kapmaya çalışırdı. Manuğu iri siyah zeytin gözleri siyah kısa saçları vardı. Uzun boylu ve yapılı bir vücuda sahipti.Herkes esprili konuşur ve genelde yüzü hep gülerdi. Manuk her sabah üst katlarda bulunan atölyelere vereceği altınları kasadan çıkarır ve tartar bunları bilgisayara kaydederdi. Akşamda saat kaçta paydos yapılırsa usta başları altınları geri getirir tekrar tartılıp kasaya konudur. Konu değerli bir maden olunca tabii ki tozu bile para ediyor. Atölyelerde çalışanların dizlerini kaplayan büyük derin örtüler vardı. Eğe yaptıkları altının tozu bu önce bu deriye sonra yere dökülüyordu. Her akşam muntazam olarak yerler süpürülür ve çıkan çöp bir varile konurdu. Sene sonuna kadar bu varil veya variller birikir ve Ramatçı gelip bu varilleri alır ve çıkan altına göre işletme sahibine para verirdi. Ramat içinde altın olan çöpün kuyumcular tarafından verilmiş ismidir. Bunu toplayan kişi de ramatçı. Kapalıçarşı bölgesinin en önemli yardımcı mesleklerinden biridir.
O gün sabahtan 7 gibi heyecanlı bir şekilde cüsseli vücudu ile Antuanet bir heyecanla Manuğun odasına girdi ve bağırdı . “Manuk! Ramatçıdan iyi haber var. Bayağı bir altın çıkmış bizim ramattan” Yanakları al al ve yuvarlak yüzü parıl parıl parlıyordu. Kalın kap kara kaşları vardı. 1.705m boylarında ve epeyce kiloluydu. Saçları her zaman örülüydü.
Manuk gülerek onu selamladı ve sabırla dinledi. “Kuyriğim (Ermenice “Abla”), desene patron zengin oldu bu yıl yine!” Göz ucuyla karşısında oturan Haluğu işaret edip şikayetçi ama matrak bir şekide “Abla Şu Haluğun kollarına bak tüylü tüylü, bana ayı diyordu kendisi benden aşağıya kalmaz hani”
Antuanet Abladan destek beklerken Antuanet ermeni ağzıyla matrak ama çıkışır bir cevap verdi. “ Ayı, sizin gibi değildir! Merhametlidir! Kadini dağa kaçırıp sonra bal ile besler!

Cağaloğlu Yokuşunda Bir Kuyumcu Atölyesi: Antuanet Kuyrik Der ki;Ayı Kadını Bal İle Besler

Yazı dolaşımı


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir