Atina’nın göbeğinde Kral Otto’nun (Yunanlar Odhon diyor)yaptırdığı sarayın yanında kocaman bir park var. Milli Bahçe. Bu bahçenin önünden geçen Vassilis Amalias Buvarının ( Kraliçe Amalya) Milli bahçeyle ayıran duvarın ben Milli Mahçenin kendi duvarı sanıyordum. Meğer Bu duvar aslında Atina’nın 1800’lerin başında Türk Valisi olan Hacı Ali Hesaki’nin yaptırdığı şehir surlarıymış. Bu surlara bakıp fotoğraf çekerken yolun hemen karşısıına geçip “Souri” isimli sokağa giriyorum. Sokağın içinde İstanbuldaki Aya İriniye benzeyen ya da İstanbul surlarının yapısına benzeyen bir şekilde inşa edilmiş Klasik Bizans Kilisesi dikkatimi çekti. Ρωσική Εκκλησία yani Rus Kilisesi denilen bina gerçekten eski çağlardan gelmiş ama yeni yapılmış bir kilise. Yeni dediğim yine bir 150 yıllık vardır. Kilise aslında eski bir Bizans Kilisesinin kalıntıları üzerine yapılıyor. 1840larda yeni Başkent Olmuş Atina şehrimizde ikamet eden Ruslar için bir kilise yapımına karar veriliyor. Bu kalıntıların üzerine işte günümüzdeki kilise inşa ediliyor. Kilisenin bahçesindeki bir bankta saçı sakalı birbirine karışmış bir adama rastlıyorum.
İçimden adam Rusça “Prived” (Selam) demek geliyor. Adam bana rusça karşılık veriyor ve tanışıyoruz. Adının Fyodor Mihayloviç Dostoyevski olduğunu söylüyor. Karamsar bir şekilde paltosuna sokulup yere doğru bakıyor.”Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.” diye haykırıyor üstad. Yanına sokulup anlamaya çalışıyorum. “Hangi insanlar, Hangi hayatlar? Yoksa şu namussuz siyasetçilerden mi bahsediyorsunuz? ” Bana bakıp gözlerini kaçırıp tekrar yere bakıyor ”
” Namuslu olmak sizi diğer insanlardan üstün yapmaz, övünme hakkını vermez, zaten herkes yaşadığı sürece namuslu olmak zorundadır.” Kafam iyice karıştığı için ona sokağı gösterip “Ustam, gel bizim eve gidelim şöyle sana gerçek Türk çayı ikram edeyim? Ne dersin? Bu Yunanlar çay nedir bilmiyor. Sadece hasta olunca sallama çay içiyorlar. Gel bize gidelim diyorum.” İlk kez gülümseyip ayağa kalkıyor ve sevinçle haykırıyor. ” “Dünya mı yıkılsın yoksa bir bardak çay mı içersin?” deseler…
“Ben çayımı içtikten sonra dünyanın canı cehenneme” derdim.” Hah şöyle diyorum. Bulunduğumuz yerden çıkıp bizim eve geliyoruz. Hemen evdeki demlikte bir güze çay demliyorum ustama. Diyorum siz Ruslar semaverle demlersiniz çayı. Biz demlikle. Siz su bardağı ile açık içersiniz biz küçük bardakla ve koyu. Su bardağına doldurduğum çayı ikram ediyorum. Çayından höpürdetip şöyle diyor “Ben kötü bir insan değildim. Ne aksi bir adamım,ne de uysal biriyim. Ne alçağın biriyim,ne de namuslu,ne onurlu biriyim,ne bir kahramanım,ne de bir korkak. Ben hiçbir şey olamadım.” Estağfirullah diyorum. Ne demek efendim. O nasıl söz? Siz bir şey olamadıysanız biz ne olduk ki? Bana bakıp koca bir yudum daha alıyor dumanı çıkan kaynar çaydan ““Yakınlarımı nasıl seveceğimi hiçbir zaman bilemedim. Bence özellikle yakınlarını sevmek, yabancıları sevmekten daha zordur. Bir de kimseyi değiştirmeye çalışma sonra öğrendim bunun asla olmayacağını, insanların değişmeyeceğini ve onları kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunun çabalamaya değmediğini! Evet, böyledir!”
Çok düşünmekten ve hesap yapmaktan bazen başım ağrıyor kafatasım ateş gibi oluyordu.Başımı tutarak Dostoyevskiye baktım “”Yemin ederim size baylar, fazla bilinçli olmak bir hastalıktır. Gerçek, tam bir hastalıktır.” dedi. Çayını içip bardağı bana gösterdi. Bir Bardak daha doldurdum. Birlikte çayı içtikten sonra bir süre daha sohbet ettik. Sonra Paltosunu giyip gitti.