“Bütün günler birbirine benzediği zamanda insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varmaz olurlar.” Simyacı adlı eserinde Paulo Coelho böyle söylüyordu. “www.1000kitap.com” isimli internet sitesinde binlerce kitap ve yayından alıntılar ve yorumları bulabilirsiniz. Bir çok şair ve yazar hakkında incelemelere erişebilirsiniz. Karantina günlerinde kitap okumak gibisi yok gerçekten. Hayatın her gün daha çok tek düze olduğu bu günlerde insanın kafasında bir çok düşünce dolaşmaya başlıyor. İşte bu düşünceleri bir yere yönlendirmenin en güzel yanı yazmak. Bir günlük tutmak bunun en güzel örneklerinden biri. Aynı kan verince insanın güçlenmesi gibi veya spor yapmak gibi bir şey. İçimizdeki duyguların şekillenip düşünceye dönmesi ve bu düşüncelerin eylemlerle buluşmasının ilk şeklidir yazmak. Bu düşünceleri yazmak ve okumak insanın aynı bir aynayı kendisine tutması gibi bir şey. Denizin kocaman bir çokluğu barındırıp sonra gidip sahille buluşması gibi. Dalgaların kumsalla öpüşmesi gibi.

Yazar olan insanlar işte bu içlerindeki bu duygu okyanusunu harflerin oluşturduğu dalgalarla kitaba dönüştürüp tüm insanlığın içine onların gözlerinden akarlar. O yüzden yalnız kalmak isterler. O yüzden kendilerini yalnızlıkla dağlarlar. Hüzünleri içlerine doldurup biriktirirler. Kara bulutların yağmurları biriktirip yavaş yavaş sessizlikle uğuldayan şehirlerin üstlerine dökmesi gibi. Hayatın koşturmasıyla sarhoş olmuş olan benliklerimizin karantinanın verdiği sakinlik ve dinginlikle yeniden nefes alması gibi. İnsanın kendi benliği ile yan yana kalmasının bile lüks olduğu modern zamanlarda kendimizle kalmamız için zaman ayırmalıyız kendimize. Yazmak hakkında Sait Faik “Son Kuşlar” isimli eserinde şöyle bahsetmişti; “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum.

Burgazada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım…” İşte kafasında düşüncelerin verdiği rahatsızlıktan bu şekilde kurtuluyordu Sait Faik. Düşüncelerini kağıda döküp bir şekilde üretmeyi ve dünyayı değiştirmeyi seçiyordu. Yine aynı kitabında bahsettiği gibi insanlar içlerindeki duyguları tuhaf şekilde dışa vuruyordu. ” Ama insanlar ne tuhaf!
Kendilerini sevmeyen, önem vermeyene daha bir büsbütün tutuluyor, kendisini küçük görür gibi olana musallat oluyorlar. ne kadar doğru söylemiş değerli sanatçımız. Sait Faik gibi çok önemli olan başka bir yazar, Çok uzak bir kıt’ada İstanbul’dan binlerce kilometre ötede doğmuş olan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’de duygularını kağıda dökerek insan oğlunun hayat yolundaki serüvenini bizlere anlatıyordu.

“Benim Hüzünlü Orospularım” isimli kitabında insanın kendine yaptığı yolculuktaki tuhaf denklemleri çözüp bize aktarıyordu. Kitabın bir yerinde Marquez sevgisizlik hakkında şöyle bir cümle kuruyordu ” Seks, insanın aşkı bulunmadığında elinde kalan tesellidir.” Bana kalırsa insanın hüznünü unutmak için başvurduğu bir avuntudur seks yapmak. Kitap Doksan yaşında bir adamın ilk kez nasıl aşık olduğunu anlatıyor. 90 yıl kimseyi sevememiş bir adamın nasıl yıllardır sadece sevişmek için bir araya geldiği bir kadında kendinden 60 yaş küçük bir kadına aşkını anlatıyor. Kendini sevemeyen bazı insanlara çok güzel bir umut veriyor. Hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmayı 90 sene sonra bile sevgiye erişebilirsiniz diyor. İnsanın hayatın girdabına kapılıp kendini kaybettikten sonra bile kendini bulabileceğini tatlı bir dille anlatıyor.
Kendini 90 yaşına kadar sevmeyen bir insanı o kadar güzel betimliyor ki yazar bir cümlesinde ana karakteri şöyle konuşturuyor “Fersahlarca uzaktan fark edilen biriyim: Çirkinim, çekingenim, çağ dışıyım.” yine aynı kitapta aşık olmuş bir insanın ruh halini şöyle dile getiriyordu ” Kendimi hiçbir yaşta ve hiçbir nedenle asla sahip olmadığım bir güçte ve kararlılıkta hissediyordum.”

Kolombiya diyarlarında kalkıp yine bize bir yakın ülkenin yazarına gidecek olursak Romanyalı Yazar Panait İstrati “Akdeniz” isimli kitabında 19.yy Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde insanoğlunu çok güzel bir şekilde betimliyordu. Yazar bütün kitaplarını kendi kendine öğrendiği Fransızca yazmıştı. Sokakta bulduğu bir Fransızca Gramer kitabıyla bu dilde eserler verdiğine inanmak gerçekten çok zor geldi bana. Ama biraz araştırma yapınca bunun böyle olduğunu anlamak çok hoşuma gitti. Bir dil öğrenmenin insanın ne güzel kapılar açtığını görmek çok güzeldi. Yazar o zaman Türkiye topraklarında olan Beyrut hakkında şöyle bahsediyordu kitabında “Bu Abdülhamid Türkiye’sinden daha serbest bir ülke bilmiyorum. Yalnız benim gibi servet ve tasarruf sahibi birinin dostu olan bir adam için değil, siyasetten uzak yaşayıp salt işiyle gücüyle uğraşan herhangi bir insan için de bu böyledir..” kitabın içinde başka bir bölümde hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu biraz küçümser bir üslupla anlatıyordu bize “Tanrım, hayal ne güzel şey!Zavallıların biricik hayırlı gerçeği” Sevginin ne kadar önemli bir his olduğunu yine aynı kitapta geçen bir cümle ile çok güzel vurgulamıştı. “Her zaman itiraf etmiştim: Yalnız kalınca ben bir işe yaramam. Birini, bir şeyi mutlaka sevmeliyim ben, yoksa kendimi bir mısır tarlasında hasattan sonra unutulmuş delik bir çanak gibi bomboş ve bir hiç hissederim.

Bu satırları yazdıktan sonra balkona çıkıp Sevgili ikinci yurdum Yunanistan’ın en başkentini karantinadan boş kalmış bir sokağına bakıyorum. Hava karanlık ve nisan ayına göre çok soğuk. 10 gün önce bir çok saksı alıp ektiğim bitkilerden bir kaçı baş vermeye başlamıştı. Hayatın kendisi gibi. Sabırla bekleyince sana bir şeyler veriyordu. Bu bekleyiş bana hayatın ne olduğunu anlatıyordu.

Korona Günlükleri-10 “İstanbul, Bogota, Beyrut Üçgeninde Dolaşan Kağıttan Kayık”

Yazı dolaşımı


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir