Mecidiyeköy’ün “Dut” yetiştirildiği zamanı görmedim ama Beylikdüzü ve Hadımköyde “Buğday” yetiştirildiğini hatırlıyorum. Ayçiçeği tarlası doluydu “Büyükçekmece”. Ambarlı bir köydü ve çadır kurmaya giderdik. Erenköy’de inek beslenip süt satıldığını hatırlıyorum. Polat Towerin olduğu yerde “Fulya” da inek beslendiğini hatırlıyorum yine. 1980’li yıllara kadar soğutma ve taşıma işi gelişmiş olmadığından “hayvan” beslemek daha kolay geliyordu. Mecidiyeköy viyadüğünün altında büyük bir belediye otobüsü peronu vardı. Ali Sami Yen Stadında konser ve maçlar izlediğimi hatırlıyorum. Saatlerce Mecidiyeköy Viyadüğünde arabamın içinde hapis kaldığımı hatırlıyorum. Bir kış günüydü ve kar yağmıştı. Aracı viyadükte bırakıp giden çok olmuştu. Trafikte saatlerce beklemek mega şehirlerin kaderi sanırım. 15-20 milyon kişilik bir güruhun içinde yaşamak gerçekten akıl karı değil. İnsan o kalabalıkta doğup büyüdüyse ve o kalabalığın artışı sırasında orada yaşadıysa bunu anlamıyor. Dışarı çıkınca yaşanılan zorluğu ve külfetin normal olmadığını anlıyor. 30-40 yıllık evli ve sürekli kavga eden çiftler gibi hayatlarını zindan ettiklerinin göremiyorlar.
Atina gibi İstanbul’un 3 gömlek daha küçük bir şehirde yaşamak bana çok daha uygun geliyor. Bir de şehrin bir ucundan bir ucuna gitmeden evimden çalıştığım için burası da çekilir ve kolay oluyor. Atina’nın da 20-30km dışındaki semtlerinde oturup şehir merkezinde çalışırsan tabii ki şehir trafiğine takılmamak işten bile değil. Atina’da en kötü bir saat trafikte kalabilirsin. Mesela Osmaniye- Bakırköy semtinde eskiden piknik alanı vardı. Basın-Ekspress yolunun olduğu yerlerde inek beslenirdi. SEK süt fabrikası vardı. Dünyalar ve şehirler değişiyor. Aynı bizim isteklerimiz, arzularımız ve ruh hallerimiz gibi.