Sonbahar sarı hüzünlerini dökerdi yaprak yaprak sakin semtimizin sokaklarına. 1980li yılların Kızıltoprak semti dutlukları, kocaman bahçeli konaklarıyla hala tam olarak apartmanlara teslim olmamıştı. Sokağımız çıkmaz bir sokaktı ve minibüs caddesinden girdiğinizde solunuzda kocaman bir bahçenin içinde çam ağaçlar ve türlü türlü bitkinin etrafını sardığı tek katlı bir ev bulunurdu.
Çam ağacı kokuları ve köpek havlamaları içinde sokağı geçerken sokak birden ikiye ayrılır ve soldakinin adı şehir kâhyası, sağdaki ise şehir kâhyası çıkmazı olurdu. Sokağın sonunda demir yolu olduğu için çıkmazdı. Aslında demir yolunun yanındaki boşluk zamanla sokağa dönüşmüştü. Tam ortada bulunan tek katı evde yaşlı bir teyze otururdu. Çocukları sevmezdi ve bize iyi davranmazdı.
Evinin bahçesinin duvarları yoktu ama kapısına başlı bir kurt köpeği vardı. Bahçesine top düşmesin diye dua ederdik. En sevdiğimiz ise sokağımızda bol bulunan atkestanesi ağaçlarından dökülen atkestanesi ile misket oynamaktı. Sokağımız yağmur yağdığı zaman toprak kokusu ve dökülmüş olan sarı yaprakların kokusuyla dolardı. Evimizin tam karşısında içinde yüzlerce dut ağacının bulunduğu bir arazi vardı. Mevsimi gelince mevsimlik işçiler gelir dut toplarlardı. Araziye çadırlarını kurar ve orada yaşarlardı. Tren yolunun kenarındaki arazi aynı bir doğa müzesi gibiydi. Her türlü bitki ve hayvanın yaşadığı bir ortamdı. Kışları hava çok soğuk veya yağmurlu olduğunda kirpiler akşam gezmeye çıkardı. Bazen yanlışlıkla apartmanımıza sığınırlardı.
Apartmanımızın yanında kocaman bir bahçe daha vardı. İçinde türlü türlü meyve ağacının bulunduğu bu bahçenin istasyona bakan kısmında top oynardık. Ağaçlardan kale yapar ve özgürce terleyene kadar koştururduk. Evin olduğu kısımda ise yine bir köpek vardı ve kocaman köşkte bir kişi yaşardı. Tek başına bazen annesi gelir oğluyla kalırdı. Birkaç sene sonra konak boşaltıldı ve kaderine terk edildi. Rahatça konağın içine girip dolaşırdık. İçinde yüzlerce dergi ve kitap tahta zemine saçılmıştı. Hepsi 1930 ve 1940ların dergi ve kitaplarıydı.
Bir Eylül daha gelmişti mahallemize. Soğuk rüzgârın esmeye başladığı ve güneşin çekildiği zaman içimizin soğuktan ürperdiği bir aydı bu ay. Geceleri yanımızdaki bahçedeki başka bir konaktan ağlama sesleri gelirdi. Bizimle aynı yaşta olan Mahmut’un ağlama sesi. Eve geç ve alkollü gelen babası onu sürekli döverdi ve ona kötü davranırdı. İçimizde en içine kapanık ve saldırgan olanda Mahmut’tu.
Bize katılmak istediğinde huysuzluk çıkardığı için ondan uzak dururduk. Genelde o da yalnız başına oturup yere bakardı. Öfkeyle beslenen çocuklar hep yalnızdır. Çünkü sevgi alamayan çocuklar kendilerine de sevemezler. Büyüdükleri zaman ise sevildiklerini anlamazlar.
En çok sevdiğimiz diğer şeyde sinemaya gitmekti. Kızıl toprak’da iki sinema vardı. Birisi yazlık “İkizler” sineması ve kışlık “Kent” sineması. 1980lerde yeni çıkmaya başlayan videokaset dükkânları daha çoğalmamıştı. Yazın çekirdeğimizi gazete külahı ile alıp akşam ailemizle sinemaya giderdik. İkizler sinemasının yanında ahşap iki katlı eski karakol binası vardı. Bu binada oturan aile vardı. Sinemanın etrafındaki ahşap binalardan sinema perdesine bakıp seyredenler olurdu. Kışın ise en son moda filmleri getiren Kent sinemasına giderdik.
Eylül gelmişti yine, yapraklar konfeti gibi başımıza dökülse de, yağmurlar bizi ıslatsa da o bizim Eylülümüzdü.